Hala yürüyorum. Gözüm ağrıyor, tenimden dışarı çıkmayan kanım, canımı yakıyor... Ufalmış göz çukurum sanki binlerce tonluk binanın altında can çekişir gibi. Hayata eskisi gibi yalnız bakamıyorum... Kendime, ben gidene kadar yeni yalanlar bulmalıyım diye düşünürken, ilkel gecelerin, karanlığı sırtında taşıyan, ne kadar yağlasan da gıcırtısından durulmayan mezar taşını hayal ediyorum. Yaralı bir kuş gibi çırpınıyorum. Etiketim yok artık. Müzisyenliğim, hatta alnımdaki kocaman leke bile bir zaman sonra unutulacak... Öğrettiğim kafkas, okuduğum yazılar, bir başka insanların hatıralarında kalacak.
Ne söyleyebilirimki kendime, gizim olmayacak, heyecanım unutulacak, bir yemin kendiliğinden bozulacak...
İçimin bir yerlerinde göğü açılmış toprak kokusu var, siyah deri kanepenin üzerinde camdan daha kırılgan bir umut var... Merdivenim yok yüreğimden dışıma açılan... Pis bir oyun bu... Söylediğim şarkılar, elimde baget, çaldığım davul susturuyor gözyaşımı... Kanı görüyorum, fışkıran kanı. Can yeleğim yok, batan bir geminin güvertesinde öcünü alıyor kader. Panik halindeyim, kendiliğinden devre dışı kalmanın hikayesi çok yakında diye kenara çekiyorum ellerimi. Belki kuruntu, bilmiyorum, bilmek de istemiyorum. Şehrin her sokağına küfrediyorum, çıban gibi batıyorum her yere. Sanrılarımda acılar, yollarımda gözyaşı, ışığın çığlığında ikiye bölünüyorum. Ne gerideyim, ne ileride. Anılar faşist, anılar dinsiz, devrimini arıyor. Yağmalandıkça, tanrıya yaklaşan kocaman boşluk giriyor hayatla ben arasına.
Biliyorum, ağaçların yaprakları arasından sızan loş bir ışıkla ardımdaki karanlıkta süzülüyorum... Her yaprağın hışırtısı, başka anlamlar veriyor yollara. Soğuk ve ıslak molalarımda, imlalara takılmadan, ilk defa kollarımı hayata hiç olmadığı kadar açıyorum. İnadına yaşıyorum artık, inadına dipdiri belalar buluyorum yaşamaya. Kirli, beyaz bir sisin içinde, hep orada, hep aynı yere ışıyan yıldızlar arıyorum gecelerime. Yarım kalsın istemiyorum hikayem, hayatımda eksilen ne varsa tamamlayıp, giderken dolansın istemiyorum yaralarımın ayağıma...
O bu değil de, en çok baba olamayacağıma kahroluyorum.
Parmaklarımda canımı yakan kelimelerin tuhaf acısı, saçlarımı avuçlarımın arasına alıp, sıkıyorum başımı. Damla damla akıp da kaybolsam diyorum, sessizce, yazmadan, okumadan, duasız, sus payım bile olmadan, damla damla, usulca.
Korkmadan basıyorum toprağa, dağlara doğru kaldırıyorum başımı, uzak, derin, dipsiz bir boşluk yok artık gördüğüm yerde, üşümüş parmaklarımı göğsüme gizleyerek, yüreğim düşecekmiş gibi bakıyorum gökyüzüne, yaramı öpüyor rüzgar, sarmalıyor, kucaklıyor, kestirmeden giriyor hep içime. Kıyısında dursam da yaşamın, olsun, kıyısından da olsa tutunuyorum işte, gittiği yere kadar...
daha fazla ölemem...