Fotoğrafçının Gülümse Dediği O An

Eski Forumcu

Yeni Üye
Katılım
23 Eki 2024
Mesajlar
3
Tepkime puanı
0
Çoğu geceler ansızın uyanıyorum. Yatak odasının karanlığında garip bir şeyler oluyor bana. Nefesim daralıyor, kalbim hızlı hızlı atıyor, yüzümü ateş basıyor ve bir panik duygusuyla karanlığın içine sıkışıp kalıyorum. Sabah kalktığımda ilk işim pencereden dışarıya bakmak oluyor. Kenti görmek istiyorum. Birbirlerinin arkasında kaybolmuş apartmanları, gürültülü bir caddeye inen dar yokuşu, pencereleri, çatılardaki derme çatma televizyon antenlerini, balkonlardaki çiçekleri, kendini kurumaya terk etmiş yaşlı ceviz ağacını, yokuştaki birkaç insanı... Sonra, sokağın ucundaki bir karışlık deniz görüntüsünden bir yük tankerinin ağır ağır geçişini izlemek...

Sis!... Sisten başka hiç bir şey görünmüyor dışarıda. Bir sabah kalktığımda başıma gelebilecek en berbat olay bu. Bir sise karşı çıkılabilir mi?... Doktorum karşı çıkmalısın diyor. Yaşamı, altında ezildiğin büyük bir silindir gibi görmekten vazgeçmelisin. Kalp elektrolarında bir şey görünmüyor, ama yaşama isteğin, hırsın, enerjin sıfır. Kalp çarpıntıların, göğüsteki ağrıların, nefes darlığın hep bundan... Karşı çıkmalısın, değişmelisin ve artık yaşamayı öğrenmelisin...

Dışarıya çıkınca, yapışkan ve sinsi bir sis hemen üstüme saldırıyor. Çevre yolundan bir polis megafonunun sesi geliyor. Zincirleme kazalar falan olup, trafik kilitlenmiştir yine orada. Göz kararı, yokuşun sonuna doğru durmak zorunda kalıyorum. Freni patlamış bir kamyon ters dönüp, daracık yolu kapatmış. Parçalanmış plastik kasalar, kırık şişe parçaları çarpıyor ayaklarıma. Kamyon geçit vermiyor. Az öteden korna sesleri, bağrışmalar duyuyorum. Cadde oracıkta ama gidemiyorum. Ne olacak şimdi?... Ne aksilik!... Geriye dönüyorum. Sanki sis daha da yoğunlaşmış. Hiç bir şey görmeden yokuş yukarı yürüyorum. Arkamda bir homurdanma duyuyorum. Adamın biri, sise ya da kamyona söyleniyor. Başka bir sokak bulmalıyım. Yıllardır başımı bile kaldırmadan ezbere indiğim bu yokuştan başkasını arama düşüncesi canımı sıkıyor. Değişim olgusu, beni hep tedirgin etmiştir zaten. Yeni bir düzen, sanki yaşamıma yeni ve daha büyük bir sorun getirecek. Yine de, arayıp, başka bir iniş buluyorum. Basamak basamak ilerleyen bozuk bir yol. Islak, kaygan. Ürkek adımlarla iniyorum.

Birden bir ışık beni kendine çekiyor. Aradığım sığınağı bulmuşçasına oraya gidiyorum. Bir sigara yakıp, ışığa bakıyorum. Bir fotoğrafçı dükkânı. Uzun dar vitrinini onlarca fotoğraf tıka basa doldurmuş. Kocaman portreler, gelinler, damatlar, askerler... Onları seyretmek biraz olsun sinirlerimi yatıştırıyor.

Bir korna sesi duyuyorum. Çok yakından geliyor. Sigaramı atıp sese doğru yürüyorum. Caddeyi görünce seviniyorum. Caddede birkaç adım yürüdükten sonra duruyorum. Fotoğrafçı dükkânı geliyor usuma. Elimde olmadan geriye dönüyorum. Uzun, dar vitrine düşünerek bir süre yeniden bakıyorum. O an beni geriye döndüren şeyin ne olduğunu bilemiyorum...

Sisli ve kalabalık sokakta hızlı hızlı yürüyorum sonra. Birkaç metre ilersini ancak görebiliyorum. Sise karşı umursamaz görünen insanlar arasından geçip işyerimin olduğu yere geliyorum. Görkemliliğini ve çekiciliğini artık yitirmiş bir yapı. Hep onu makyajı akmış yaşlı bir bar güzeline benzetirim. Aslında caddeye çıkan bir ara sokağın başını tutmuş kocaman bir iş hanı. Bir yanındaki caddenin yaşam dolu canlılığına ayak uyduracağına, güneş görmeyen ara sokağın sıkıcı havasına gönlünü kaptırmış.

Hanın üçüncü katında bir sigorta şirketinde çalışıyorum. İç içe geçmiş bir sürü kapısız odadan birindeyim. Büyük bir kutuya benzettiğim odamdaki masamın başına oturduğumda, hep kusursuz bir boyun eğiş içindeyimdir. Kendini bırakmış, teslim olmuş. Son iki yıldır buradaki yaşamımın bir parçası olan bilgisayarın ekranı gün boyu ışıldar durur. Onun usanmaz ışıldamasıyla benim saniyeleri sayarak zaman geçirmem arasında büyük bir karşıtlık vardır. O kendine güvenlidir, umursamazdır; bunaldığı zaman ekrana bir mesaj bırakır ve kendini kilitler. Bense hep sıkıntılıyımdır; masadaki telefonun zilinin her çalışında içim ürperir ve bütün sinirlerim isyan edercesine ayağa kalkar. Bir sürü kaza bildirimi. Parçalanan otomobiller, hırsız giren evler, yanan fabrikalar, su basan malzeme depoları, batan tekneler... Telefonun karşı tarafında hep, üzüntülü yorgun ve heyecanlı sesler vardır. İşimi sevmiyorum, hiç bir zaman da sevemedim. Bütün kendimi bırakmışlığıma karşın yine de içimdeki sıkıntı saatler geçtikçe büyür. Sonra nabız atışlarım hızlanır. Sonra bir sıcaklık dalgası ayak parmaklarımdan yukarıya doğru yayılmaya başlar. Sonra elim ayağım titrer. Sonra tere batarım. Sonra kendimi patlamaya hazır bir buhar kazanı gibi hissederim.

Ve pencere... Masamdan kalkıp baktığımda, yalnızca gün vurmayan bir sokağı görebilirim. Buna üzülürüm, çünkü yalnızlığım usuma gelir. Uzun zamandır, aylardır belki bir arayan yok. Aslında arayacak pek kimse de kalmadı çevremde. Bir telefon, bir çağrı... Bir dostla bir kafede buluşmak, birlikte çay içmek, belki çıkıp sokaklarda dolaşmak, bir parkta oturmak, söyleşmek, dertleşmek, güzel bir şeylerden söz etmek. Böyle bir olasılığın umudunu da artık içimde taşımıyorum. Hiç olmazsa, bu pencereden denizi görebilseydim; belki canım bu kadar sıkılmazdı..

Akşam iş çıkışı yeniden doktora gittim. Bir psikolog. Kapıyı açan yardımcı kızın arkasından yürüyüp bir odaya giriyorum. Tanıyorum artık bu odayı. Her gidişimde doktor beni güler bir yüzle karşılayıp, kumaş kaplı derin bir koltuğun yumuşaklığına oturtuyor.

-"Çok zor bir insansın," dedi doktor bu kez. "Bu üçüncü gelişin, ama hala seni çözebilmiş değilim. Kilitlenip kalmış bir iç dünyan var. Yaşam, senin için durmuş sanki..."

Doktor koltuğu beni öylesine yoruyor ki, dışarıya çıktığımda kendimi çok bitkin hissediyorum. Geçmişimin gizli karanlıklarına girilmek istenmesi beni ürkütüyor. İç dünyamın çevresine ördüğüm onbeş yıllık taş duvarın birden yıkılıvereceğinden ve yaşamla yeniden yüz yüze geleceğimden korkuyorum belki.

Mağazaların kaldırıma vuran ışıklarına basarak hızlı hızlı yürüyorum. Caddedeki insanlar, sanki garip bir yaratık görmüşlercesine bana bakıyorlar. Böyle bir duygu, hiç peşimi bırakmıyor. Bu yüzden biran önce geçip gitmeliyim bu sokaklardan. Büfenin birinden bir şişe su alıp içiyorum. Sonra koştururcasına geçiyorum sokaklardan. Yokuşu ve apartmanın basamaklarını da aynı hızla tırmanıp, hemen atıyorum kendimi çatı katındaki sığınağıma. Bir panik duygusu içinde ve nefes nefese kapıyı kapatıyorum. Eşofmanlarımı giyiyorum, biramı dolduruyorum, sigaramı yakıyorum ve tek kişilik koltuğuma kendimi bırakıveriyorum.

Ertesi sabah sis kalkmıştı. Bir gün önceki koyu sisin izleri ortalıkta kalmışçasına bulutluydu hava. Sokaktan aşağıya baktım, kamyon yoktu. Caddeden geçen arabaları görebiliyordum. Hemen gidebilirdim, ama yapmadım; yolumu değiştirip, yeniden öteki yokuştan aşağıya indim. Fotoğrafçı dükkânının vitrini önüne gelip durdum. Bir sigara yakıp, fotoğraflara tek tek baktım. Beyazlar içinde gelinler ve gözlerinin içleri gülen damatlarla doluydu vitrin. Sonra sarmaş dolaş öğrenciler, kolundaki çavuş rütbesini gösteren askerler, kucağında çiçeklerle küçük kızlar, deniz subayı elbiseli sünnet çocukları ve portreler... Gülümseyişler, gülümseyişler... Sanki hepsi de aynı oyunun usta oyunculuğu içindeymişçesine gülümsüyorlardı. Bu gülümseyiş yarışını dakikalarca seyrettim, ama gerçekten mutlu oldukları için gülümsediklerine bir türlü inanamadım.

Akşam eve döndüğümde ilk işim çekmeceleri karıştırmak oldu. Ne kadar fotoğraf bulduysam ortaya çıkardım. Bir fotoğraf vardı; unutulmuş bir fotoğraf, belki de bakmaya korktuğum bir fotoğraf... Tıpkı fotoğrafçının vitrinindeki insanlar gibi gülümsüyordum. Koltuğa oturdum ve saatlerce baktım fotoğrafa.

Selçuk'tan minibüslerle gidilen küçük bir balıkçı köyüydü. Sırtını yeşil çamlarla kaplı bir dağa dayamıştı, önünde bol kumlu uzun bir kumsalı vardı. O zamanlar oraların turisti falan pek olmazdı şimdiki gibi. İstanbul'da annemin arkadaşları anlatırdı, çok güzel bir yer diye. Öğretmenlerin kurduğu yazlık bir kooperatif varmış. Onun da orada bir ev sahibi olabilmesi için zorlarlardı. Bir yaz gidip bakmıştık. Köye bitişik, çevresi meyva bahçeleriyle kaplı, denize fazla uzak olmayan bir arsaya yapılmıştı evler. Küçük küçüktüler ama çok şirindiler. Sanıyorum ilk kez annemle aynı duyguyu paylaşmış ve orayı çok beğenmiştik. Annem, babamdan kalan parayı doğru yerde kullandığımıza inanarak evlerden birini satın almıştı. Sonra her yıl okullar kapanır kapanmaz buraya gelir olmuştuk. Sevmiştik, alışmıştık.

Dört kişiydik fotoğrafta. Orkun, Çiğdem, Selin ve ben. Orkun ve Çiğdemle daha ilk yıl tanışmıştım. İkisi de öğretmen çocuğuydu. Ankara'dan gelirlerdi. O zamanlar ortaokula gidiyordum. Sitede birçok yaşıtımız vardı ama biz üçümüz çok iyi anlaşıyor, aynı duyguları kolayça paylaşabiliyorduk. Selin, aramıza sonradan katılmıştı. İzmirli bir eczacının kızıydı. Öylesine cana yakın, öylesine güler yüzlüydü ki, kendisini bize kabul ettirmesi çok kolay olmuştu. Aramıza almış ve düşlerimizi bile onunla paylaşır olmuştuk. Dördümüz de serüvenciydik, düşçüydük ve sanırım biraz da çılgındık. Çılgındık, çünkü yaz demek, bizim için düşlerde yaşamak demekti. Ve bunun için burada herşeyi deneyebiliyorduk. Küçük bir sandalla kılıç balıklarının peşine mi düşmedik, tepelere çıkıp eski tanrıların hazinelerini mi aramadık, gidip orman içlerinde çadırlarda mı gecelemedik, kumsalda sabahlara kadar gökyüzünü seyredip kendimize yeni birer yıldız bulmaya mı çalışmadık... Her şeyi yaptık; deniz, kum, güneş ve antik kalıntılarla dolu dağ sanki bizim için yaratılmıştı.

Fotoğrafın çekildiği yıl liseyi bitirmiş, üniversiteye gitmeye hazırlanıyordum. Artık çocuk değildik, ama her yaz o küçük balıkçı köyünde buluşmanın coşkusu içimizden hiç eksilmemişti. Üstelik, kışlar bize artık çok uzun geliyor, soğuk günler bir türlü geçip gitmek bilmiyordu. Okulda derslerin bunaltıcı sıkıcılığı üstüne, büyük bir kentin yağmuru, çamuru ve hava kirliliği de eklenince, oralarda tutanamaz olup, deniz ve güneşi özlüyorduk.

Dağda antik bir tapınak vardı. Çevresi sık ve uzun çam ağaçlarıyla kaplı küçük bir alan ayakta kalabilmiş birkaç mermer sütun, kafaları kopmuş iki bakire kız heykeli ve yere yatmış bir sürü sütun parçasıyla kaplıydı. Kalıntıların önünde durup aşağıya bakınca köy, uzun kumsal ve deniz kuşbakışı görünürdü. Burada kendimizi sonsuz bir huzur ve dinginlik içinde hisseder, bu görünümü saatlerce usanmadan seyrederdik. O gün oraya çıkmıştık. Tarih ve mitoloji üstüne uzun bir süre söyleşmiş ve susmuştuk. Sonra herbirimiz bir kenara çekilmiş, kendi iç dünyamızla başbaşa kalmıştık. Ben yarım bir sütun parçasına arkamı verip oturmuştum ve bakışlarım Egenin maviliğine dalıp gitmişti. Düşüncelerimin arasına birden Selin’in saçları girdi. Çok yakınımdaydı. Sonra yüzünü gördüm. O an garip bir duygu içine girdim. Sanki onu ilk kez görüyordum. Elimi uzattım ve saçlarına dokundum. Kendimden hiç beklemiyordum bu hareketi. O da şaşırdı. Bakışlarını bana çevirip gülümsedi. Yüzüne baktım, gözlerinin içine baktım. Yüzüm kızarana, içimi ateş basana kadar baktım. Sonra o, bakışlarını kurtarıp sessizce yanımdan uzaklaştı.

O gece bir türlü uyuyamadım. Hep onu düşündüm. Yüzünün görüntüsü bir türlü gözlerimin önünden gitmiyordu. Sabah kalktığımda içimde müthiş bir sevinç duygusu vardı. Ona aşık olmuştum. O yaz hep bu aşkın şaşkınlığıyla yaşadım. Aşık olduğum için, böyle bir duyguya erişebildiğim için sevinçliydim, ama yapamadım, bunu ona söyleyemedim. Arkadaşlık duygusu her zaman daha ağır bastı. Ona aşkımı söylemekle temiz bir duygunun lekeleneceğini, bundan da öte bu arkadaşlık duygusunun arkasına sığınıp gerçek isteklerimi saklayarak onu kandırmış olacağımı düşündüm hep. Sustum ve sevgimi içime gömdüm.

Sonra, annemin beklenmedik hastalığı araya girdi. Tedavi masrafları için yazlık evi satmak zorunda kaldık ve bir daha oraya gidemedim. Bağlar kopmuştu bir kez. Telefon görüşmeleri, birkaç mektup ve yılbaşı kartıyla tam üç sene geçti. En son bir telefon konuşması yaptık. Beni düğününe çağırıyordu. Telefondaki sesinde bana karşı bir kırgınlık sezmiştim. "Her şey ikimiz için de bambaşka olabilirdi..." dedi bir ara. Sesindeki kırıklık ve bu sözler kafama takıldı kaldı. Belki de sevgimi ona söylemeye cesaret edemeyişime, böylelikle kendi duygularının da gizli kalmasına neden olmama sitem ediyordu. Böyle bir sanıya varmam beni büsbütün üzmüş, içimden hiçbir zaman atamayacağım bir suçluluk ve pişmanlık duygusu yaratmıştı.


97​
Selin’in evlendiği günler üniversite bitmiş, uygun bir iş bulmam gündeme gelmişti. Önce annemin hastalığı, sonra babamın ardından onu da yitirmem ve en son Selinin evlenmesi beni yaşama karşı çok karamsar ve umutsuz yapmıştı. Bütün arkadaşlarım kendilerine iş bulmak konusunda kılı kırk yaran bir tutum içindeyken ben rastgele bir işe girivermiştim. Bu yüzden iyi bir başlangıç yapamadığım yaşamım, ondan sonra da bir türlü kendini toparlayamadı. Annemden kalan iki odalı bu çatı katı tam aradığım korungan oldu. Ve değiştim. Hep çürük ipliklerle bağlanır oldum yaşama. Tutunamadım, hep çabuk koptum. Uyumsuz oldum, karşıt oldum; bu yüzden hep dışlandım. Yalnızlık ve ben’di yaşam, üçüncü bir kişi olamazdı. Gece yatağıma yattığımda odanın karanlığına başka bir göz bakmamalıydı; dışarıdaki rüzgârın uğultusunu, yağmurun şakırtısını bir tek ben duymalıydım. Korkum, kırık duygularım ve acılarım bana kalmalıydı... Su gibi akan zaman içinde yalnızlık güzel bir alışkanlık gibi geldi bana.
Sabah sokağa çıktığımda dışarıda alışılmamış, mevsimsiz bir aydınlık vardı. Güneş parlak ve gökyüzü maviydi. Bu görüntüye şaşırdım. Bir an saatin geçtiğini, işe geç kaldığımı düşündüm. Saatime baktım, geç kalmak bir yana beş dakika erken bile çıkmıştım. Her sabah ki alışkanlığımla yokuştan caddeye doğru inerken durup durup gökyüzünün maviliğine bakmadan edemedim.

Sonra hanın kapısından geçip çalışma odama girdim. Bir türlü çalışmaya başlayamadım. Bilgisayarın tuşlarına bir yabancı gibi bakıyordum. Gelen telefonlarda karşı tarafın söylediklerini doğru dürüst anlayamıyor bu yüzden saçma sapan yanıtlar veriyordum. Baktım olacak gibi değil, iş saati olmasına aldırmadan dışarıya çıktım. Saatlerce gezdim sokaklarda. Her köşede durup çevreme baktım. Yıllardır ilk kez... Her gün gelip geçtiğim bu yerlerde şimdi bir yabancı gibiydim. Uzun yıllar çok uzaklarda, haritaların bile göstermediği bir noktada bir cezalı, bir sürgün gibi yapayalnız yaşamış ve şimdi geriye dönmüştüm sanki... Kendimi böyle kandırmıştım. Oysa ben hep buradaydım. Yerin altında ve derinlerde. Tıpkı bir köstebek gibi. Kör ve şaşkın. Avuntularım elbette vardı. Kimi zaman yuvamın deliğinden başımı uzatır, hiç kimse görmeden güneşe bakar ve yüzümü ısıtırdım...

Sokaklarda epeyi dolaştıktan sonra caddedeki birahanelerden birine girdim. İçimdeki alışılmamış heyecan duygusu susatmıştı. Pencere önündeki masalardan birine oturup bira istedim. Biramı yudumlarken kalabalık caddeyi seyrettim. Düşünceli bakışlarımın önünden çeşit çeşit insanlar geçiyordu. Yaşlısı genci, kadını erkeği, şişmanı zayıfı... Bu insanlar bu işi, yani yaşamayı nasıl başarıyor acaba; dışarıya çıkıp önlerini kesmek ve bu soruyu hepsine tek tek sormak geçiyor içimden.

Benim eksiğim ne? Yeni bir yaşamı deneyecek cesaretim mi yok, yoksa bu iş için kırk yaş mı çok geç?... Yeni bir yaşam hazır olsa, böyle bir olanak olsa yani... Hani bir sihirbazın sihirli değneği üstüme değse de meyhanenin önünden gelip geçen şu binlerce insandan herhangi biri oluversem. Caddenin köşesinde sinirli sinirli el kol hareketleri yapan şu trafik polisi örneğin. Ya da karşı ki durakta otobüs bekleyenlere piyango bileti satmaya çalışan uzun boylu piyangocu. Şu sarı bıyıklı taksi şoförü de olabilir. Hızlı hızlı yürüyen şu esmer genç, elleri cebinde mağaza vitrini seyreden şu şık giyimli adam, yanındaki kadına bir şeyler anlatarak yürüyen şu deniz subayı, karşı bankadan bir memur, pastahanenin tezgahtarı, eczanenin kalfası... Yaşamayı becerebilen herhangi biri... Ve o yeni kimliğimle şu kalabalığın arasına karışıp gitsem. Ne yazık ki böyle bir olanak yok!...

Elimde değildi oraya gitmemek. İçimdekini söylemem ve rahatlamam gerekti. Randevu günüm değildi, ama doktor beni karşısında görünce pek şaşırmadı. Sisten, fotoğrafçı dükkanından ve o eski fotoğraftaki dört kişiden söz ettim ona.

-"Fotoğraftaki gülümseyiş bir anahtar olabilir mi?" dedim sonra.

-"Ne gibi?" dedi.

-"Şu eski fotoğraf," dedim. "Bu fotoğrafta sanki gizli bir kapı var. Fotoğrafın içine girebilsem hani, o gizli kapıyı bulup açsam, kendimi bambaşka bir yaşamın içinde buluverecek gibiyim. Bu nasıl bir duygudur ki, hem bana çok saçma ve mantıksız gibi geliyor, hem de bunu denemek için içimde delice bir istek var. Olacak bir şey değil ama..."

-"Neden olmasın ki?" diye atıldı doktor." İnsan yaşamı bilinmeyenlerle doludur. En sıradan yaşam öykülerinde bile benim gibi deneyimli bir doktoru da şaşırtabilecek olaylar olabilir. Yaşamın kendisi zaten bir gizdir. Hatta bir gizler ağıdır..."

-"Yani şimdi siz saçma bulduğum bir düşünceyi deneme mi öneriyorsunuz bana?..." dedim oturduğum yerden şaşkınlıkla doğrularak.

-"Bence bunu yapmanın bir yolunu mutlaka bulmalısın..."

Doktorun sözleri oldukça karıştırmıştı kafamı. Yeniden sokaklarda dolaşmaya başladım. Düşünceler içinde evin önüne kadar geldim. Yukarıya çıkıp koltuğuma oturdum ve uzun bir süre fotoğrafı seyrettim. Sonra gidip bir duş aldım, tıraş oldum ve giyindim. Dışarıya çıkıp, öteki yokuştan aşağıya doğru indim. Fotoğrafçı dükkânının uzun dar vitrini içinden gülümseyen insanların bakışları önünden geçip içeriye girerken tadı kaçmış bir oyuna son vermeye iyice kararlıydım.

Yarı karanlık genişçe bir odaya aldı beni fotoğrafçı.

-"Hazır olunca şu zile basıverin."

Odada yalnız kalınca tedirginliğim yeniden yakama yapıştı. Bu işi beceremeyeceğimden korkuyordum. Aynaya baktım. Sakal tıraşı olmuş ve saçlarımı taramıştım. Gömleğim ütülü, kravatım özenle bağlıydı. Hiç bir şeyin eksik kalmaması için ayakkabılarımı bile defalarca boyamıştım. Ya gülümseyişim?... Gülümsedim ve aynada yüzümü seyrettim. Sanki taştan bir büstün karşısındayım. Yüzümdeki çizgiler donup kalmış. Ne aşağıya doğru düşmüş kirpik etlerim, ne burnum, ne dudaklarım, ne de yanaklarımdaki derinleşmeye başlamış oyuklar yerlerinden kıpırdıyor. Onları parmaklarımla ovuştururken, sanki ağır bir kayayı yerinden kıpırdatmaya çalışıyorum.

Cebimden fotoğrafı çıkartıp bakıyorum. O pırıl pırıl gülümseyişim sanki hiç erişemeyeceğim bir uzaklıkta. Yeniden suratımı kurcalıyorum. Parmaklarımı ağzıma sokup, dudaklarımı gerdiriyorum, burnumu aşağıya yukarıya oynatıyorum, yanaklarımı çekiştiriyorum, kirpik etlerimi kaldırmaya çalışıyorum... Bir türlü olmuyor.

Birden kapı açılıyor ve fotoğrafçı içeriye giriyor. Kopya çekerken yakalanmış bir öğrenci gibi fotoğrafı hemen cebime sokuşturuyorum.

-"Bir sorun mu var?"

-"Birkaç gündür çok yoruldum da... Uykusuz da kaldım..." Deyip, kocaman bir yalanın ardına saklanıveriyorum hemen. " Oysa ben gülümseyen bir fotoğraf istiyorum..."

Fotoğrafçı, benim gibi binlerce insanın yüzünü incelemiş olmanın verdiği deneyimle yüzüme bakıyor. Öyle bir bakış ki, o an bir elin yüreğimin gizlerinde hızla dolaştığını hissediyorum ve yalanım ortaya çıkacakmışçasına telaşlanıp, başımı önüme eğiyorum.

-"Bence hiç de kötü görünmüyorsun, ama nedense biraz heyecanlısın. Hele otur bakalım şuraya."

Tabureye oturuyorum. Birden her yanımda parlak ışıklar yanıyor. Fotoğrafçı, önce karşıda durup bakıyor, sonra yanıma gelip yana kaymış kravatımı düzeltiyor, ceketimin önünü ilikliyor, alnıma düşmüş saçlarımı geriye itiyor, belimi doğrultuyor, suratımı çenemden tutup hafifçe sağa doğru çeviriyor...

-"Sıkma kendini" diyor arada. "Güzel bir şeyler düşünmeye çalış..."

Güler yüzü ve inandırıcı tondaki sesi beni rahatlatıyor. Bırakıyorum kendimi. Tıpkı deniz gibi mavi ve serin bir duygu içime giriyor... Çamlarla kaplı o tepedeyim. Antik tapınağının kalıntıları arasından ağır ağır geçiyorum. Çam ağaçlarının bittiği yerde durup aşağıya bakıyorum. Ege'nin maviliği kollarını açıyor ve beni çağırıyor...

Fotoğrafçı kameranın arkasına geçiyor.

-" Gülümse lütfen!"

Bir kuş oluyorum birden. Kendimi boşluğa bırakıp ağır ağır havada süzülüyorum. Aşağıda köyü görüyorum. Arkadaki zeytinliklerden denize doğru uzanan dar sokakları ve o güzel evleri... Bahçelerde mandalina, nar ağaçları, renk renk çiçekler... Ne güzel de yaz kokuyor her yer...
 
Üst