Yaşasınnnnn! Okul açıldı

derin***

Yeni Üye
Katılım
18 Mar 2006
Mesajlar
11,193
Tepkime puanı
0
Yaş
36
Yaşasınnnnn! Okul açıldı

Çocukluğumuzda her ders yılı başında okul müdürü tarafından, şöyle söylenirdi; “Sevgili öğrenciler, Yeni Eğitim ve Öğretim yılı, hepinize hayırlı olsun”Ardından da bu ders yılı içinde başarılı olmak için çok çalışmamız gerektiği belirtilir, öğütler sıralanır ve iyi dileklerle konuşma bitirilirdi. Bu konuşmaları dinlerken zamanın daha hızlı akmasını isterdik, okul yılları bir çırpıda bitiversin, hemen büyüyelim, hayata atılalım derdik.Her şey istediğimiz gibi ve olabildiğince de hızlı gelişsin diye içimizden geçirirdik.

İşte yine okullar açıldı.Okula yeni başlayan çocukların içi kıpır kıpır, heyacanları öyle çok ki. Küçücük yürekleri sanki bedenlerinden fırlayacak gibi atıyor şimdi...

Bugün sizlerle birlikte ilkokul çağlarımıza geri dönelim, ne dersiniz? Fakat ülkemizin eğitim ve öğretim sistemine ilişkin sorunları , bu sorunların çözümlerini konuşmayı beklemeyin. Bırakın bu sorunları devlet büyüklerimiz, konusunda uzman eğitimcilerimiz konuşsunlar ve çözüm üretsinler.Bizler sadece nostalji yapalım.

Şair Cahit Sıtkı Tarancı’ nın “Yaş otuz beş, Dante gibi ortasındayız ömrün” mısralarında belirttiği gibi, insan otuz beşine merdiven dayayınca, yani muhtemel ömrünü yarılayınca, geleceği düşünmek dışında geçmiş günleriyle de fazla haşır neşir olmaya başlıyor galiba. Neyse işin felsefik boyutunu da bir kenara bırakalım ve 70’li yıllarda bir ilkokul öğrencisinin, bugünlere taşınan hatıralarına göz atalım:

İlk okula 1974 –1975 yılında küçük bir kasabada başladım. Bu kasabanın adı Mudurnu. Sevgili Jülide Ergüder’ in hakkında güzel bir yazı yazdığı ve daha sonra da yazmaya devam edeceğini belirttiği şu şirin kasaba.Okulumuz tarihi bir binaydı. Kasabanın orta yerinde ahşap iki üç katlı bir bina.Teneffüs zili çaldığında koşarak sınıflardan çıkardık ve ahşap binanın yine ahşap olan merdivenleri ve trabzanları zangır zangır sallanırdı. Okul bahçesinde oynadığımız oyunlar öyle güzel,öyle zevkli gelirdi ki, ders zili çaldığında oyunu yarım bırakmak biraz burukluk verirdi.Çünkü kısa bir zaman dilimine sıkıştırdığımız bu oyunlar, çocuk kalbimize göre çok değerliydi.

Benim ve tüm kız arkadaşlarımın beyaz ponponlu çorapları vardı.Giydiğimiz formalar ki biz onlara “önlük” derdik, mavi ya da siyah renkli olurdu. Şimdiki çocuklar gibi renkli formalarımız olmadı hiçbir zaman.Önlük yakalarımız ise sakız gibi bembeyazdı. Annelerimiz her yıl dantelden yaka örerlerdi. En güzel, en ağır desenli yakayı örmek için birbirleriyle yarışırlardı. Saçlarımız ya kısacık kesilmiş olmalıydı ya da uzun ise mutlaka iki taraflı örgü yapılmalıydı.Örgülü saçlara beyaz kurdelalar takılırdı.Renkli tokalar takmak yasaktı. Ayakkabılarımız az topuklu ve koyu renk olmalıydı. Öyle marka falan bilmezdik biz, herkes kesesine uygun bir ayakkabı alır ve giydirirdi çocuğuna.Siyah, Ankara lastiği dediğimiz lastik ayakkabılarla gelen bir sürü arkadaşımız vardı, ama hepsi de sevimli, güleç yüzlü. Okul çantalarımız da marka değildi. Naylon poşete defterini kitabını doldurup gelen de çoktu.Ama herkes , tüm çocuklar mutluydu.

Kokulu silgiler, renkli defterler ve kalemler, cicili bicili kitap kaplıkları yeni yeni piyasaya çıkmaya başlamıştı.Bunlara sahip olmak güçtü.Çoğunluk kitap ve defterlerini, gazete kağıdıyla kaplardı.Arkadaşlarımıza doğum günlerinde renkli boya kalemleri , kalem kutuları armağan ederdik.Bu tip hediyeler bizim için en güzel ve en değerli hediyelerdi.Okul defterlerimiz önceleri sarı saman kağıdındandı. Bu defterlere, kırmızı kuru boya kalemi ve kurşun kalemle yazılarımızı yazardık.Sarı sayfalı defterlere yanlış yazdığımızda, yazıları silmek çok zor olurdu, silsek te bir türlü çıkmazdı sanki yazılar. Sonraları çizgili ve kareli defterler kullanılmaya başlandı , bu defterler bembeyazdı. Sayfalarına yazmaya kıyamazdık. Defter sayfalarını yırtmak ne haddimize, çok kızardı öğretmenlerimiz. Defterlerimizin kenarına cetvelle yukarıdan aşağıya iki üç santimlik bir çizgi çeker ve bu çizginin içini süslerdik.Yani her sayfaya kenar süsü yapardık.Hangimiz en güzel kenar süslemesi yapıyor diye yarışırdık.Teneffüslerde güzel kenar süslemesi yapan arkadaşın oturduğu sıraya yanaşır ve defterlerimize süsleme yapması için sıramızı beklerdik. Ne komik , şimdi çocukların böyle bir şey için sıra beklediklerini hiç sanmıyorum. Onların defterleri öylesine renkli ve süslü ki, böyle bir konuda yaratıcı olmalarına hiç gerek yok.

Bizler sayı saymayı fasulyelerle, nohut taneleriyle öğrendik Şanslı olanlarımızın renkli sayaçları ( yani abaküsleri ) oldu. Öğretmenimizin kara tahtaya tebeşirle yazdığı kelimeleri de de yine fasulye taneleriyle, oturduğumuz sıranın üstüne yazardık.

Okuma yazmayı öğrenirken “ Cin Ali “ serisiyle tanıştık. Her ay Cin Ali’nin bir başka macerasını anlatan, kare şeklindeki, dış kabı renkli ama iç sayfaları siyah –beyaz olan küçük kitapçıklardan alırdık. Cin Ali çöpten çocuktu. Biz de önce Cin Ali’yi çizdik resim defterlerimize, sonra da Cin Ali’nin yanına arkadaşlarını. Şimdiki çocuk kitapları daha şirin, daha renkli, çizimler profesyonel. Belki yine Cin Ali serileri de vardır .Varsa bile ben bilmiyorum.

Okumayı iyice söktükten sonra “Ayşegül” serileri almaya başladık. Ayşegül Lunaparkta, Ayşegül Evde,vs. diye.Bu serinin resimleri gerçekten güzeldi .İki buçuk liraydı bir Ayşegül kitabı. Babamın verdiği harçlıklardan biriktirerek Ayşegül serisini tamamlamıştım.Ayşegül kitapları hala var, onları gördüm , görünce de çok mutlu oldum.

Sınıfta kitaplığımız vardı.Herkes okuduğu kitaplardan birkaçını sınıf kitaplığına verirdi.Daha sonra bu kitaplıktan değişim yaparak, bir sürü kitap okuma imkanı bulurduk. Bunun dışında hepimiz, okumayı öğrenir öğrenmez kasabanın kütüphanesine üye olduk. Hepimize kart çıkartılmıştı.Her hafta gururla kütüphaneye gider ve okuduğumuz kitabı bırakıp yeni bir kitap alırdık. Evde bilumum gazetelerin dağıttığı büyük ansiklopedilerimiz yoktu o zamanlar. Öğretmenimiz ödev verdiğinde ödevi yapabilmek, araştırmak ve birkaç satır yazabilmek için de kasabanın kütüphanesine koşardık.Şimdi öyle mi, herkesin evinde ansiklopedi dolu. Çocuklar evden dışarı çıkmadan yazabiliyorlar ödevlerini. Bu da bir şey değil.Artık herkes ödevini internet aracılığıyla yapıyor. Konuyla ilgili tüm sitelere giriş yapılıyor, buradaki tüm yazılar kopyalanıyor ve ortaya dört dörtlük hazırlanmış bir ödev çıkıyor.Teknoloji işte.Her şey daha çabuk ve daha mükemmel elde ediliyor artık.

Ders arasında acıkınca yediğimiz simit bir liraydı, evet sadece bir lira. Çiklet almak istersen 50 kuruş.Bir de lokum-bisküvi alırdık o da yine 50 kuruş. İki bisküvinin arasına bir lokum sıkıştırıp satardı bakkallar, ne kadar nefisti tadı.Ya leblebi tozu hiç yediniz mi? Bakkal gazete kağıdını külah biçiminde kıvırıp içine koyardı leblebi tozunu,bu tozun adı “kavut” tu.Kavut yerken ellerimiz,ağzımız burnumuz kavut tozu olurdu, önlüğümüz de tabi ki.Öğretmenler kızardı, annelerimiz kızardı. Üstümüzü başımızı batırdığımız için kavut yememizi yasaklarlardı, ama biz yine yerdik.Bu kavut öyle her zaman satılmazdı, her bakkalda da satılmazdı. Arada bir gelirdi bakkala ve hemen haberini alır doluşurduk kavutçu bakkal amcanın dükkanına. Bazen iğde alırdık bakkaldan.Kimimiz kabuklarını soyarak, kimimiz de hiç soymadan yerdi iğdeyi.Bazen de elma şekeri gelirdi bakkallara.Severek yerdik kırmızı elma şekerini. Çoğu zaman içindeki elma çürük çıkardı ya neyse. Bir de okulun ilk açıldığı günlerde alıç yerdik.Alıç yabani bir meyve, dağlarda yetişir.Köylüler alıçları toplayıp, büyük yorgan iğnesine geçirdikleri ipe dizerlerdi. İri boncuklu uzun kolyeler halinde okul bahçesine satmaya getirirlerdi. Koşa koşa giderdik alıç almaya.Alıçtan kolyeyi boynumuza asar ve ipinden teker teker çekerek yerdik alıçları.

İşte bizim zamanımızdaki çocukların abur cuburları bu yiyeceklerdi.Öyle hamburger, tost, cips,gibi şeyler bilmezdik. Okullarımızda satılmazdı. Okul kantininde lüks şeyler bulamazdınız. Simit, ayran, en fazlası birkaç çeşit kraker, bisküvi o kadar.Öğretmenlerimiz bu konuya çok dikkat ederdi,alan var alamayan var , çocuklar birbirine özenmemeliydi.

Her yıl sınıflarımızda “Yerli mallar haftası” düzenlenirdi. Herkes evinden meyva ve kuruyemiş çeşitleri getirirdi. Öğretmenler ülkemiz topraklarının çok verimli olduğunu, her türlü ürünü yetiştirebilme şansına sahip olduğumuzdan bahsederlerdi. Yerli mallar haftasına her meyvayı getirebilirdiniz, ama muz getirilmesi yasaktı. Zira o zamanlar, yurt dışından ithal çikita muzlar yoktu.Pazarlarda yalnızca Akdeniz Bölgesinden gelen küçük , kokulu ve son derece lezzetli muzlar satılırdı. Ancak pahalı olduğu için, herkes satın alamazdı.Bunun için de öğretmenler okula muz getirilmesini istemezlerdi.

Bizim oyunlarımız genellikle sokakta oynanırdı, evde bir başına değil. Şimdi çocukların arkadaşa ihtiyacı yok ki.Hepsinin play station’ u hatta bilgisayarları var. Bilgisayar oyunlarında karşılarına gelen tüm düşmanları yeniyorlar, vuruyorlar, kırıyorlar. Sanal alemde hep galipler, hep rekor kırıyorlar.Sokakta saklambaç oynamanın tadını bilmiyorlar, bilgisayarda türlü çeşit garabetlikteki düşmanlarından, sanal ortamda saklanıyorlar.Yakar top oyununda vurulmuyorlar, sanal ortamda vurulup, canlarının birini kaybediyor ama ölmüyorlar.Kalan canlarıyla oyunlarına devam ediyorlar.Fazla sayı yapınca bonus kazanıp, canlarına can ekliyorlar.

Sokaktan topladıkları sopalarla çelik çomak, evlerin çatısından toplanmış kırık kiremitlerle yedikule oyunu oynamadılar hiç, bundan sonra da oynamayacaklar. Bunlar için üzülmeli miyiz? Doğrusu bilmiyorum. Şimdiki çocuklar bizlerden çok daha şanslı, her şeyin en güzelini , en iyisini, en gelişmişini elde ediyorlar bunda şüphe yok. Ama her şeyi çok kolay elde ettikleri için de çok çabuk bıkıyorlar.Onları mutlu etmek öylesine güç ki.

Şimdiki çocuklar bizler gibi kitap okumuyorlar, okumak istemiyorlar. Niye okusunlar ki televizyon açıp seyretmek varken, okumak ta neyin nesi. Televizyonda görüntüler mükemmel, işin yoksa kitap oku, kitaptaki anlatılanların hayalini kurmaya çalış. Bu devirde ne gerek var. Oyun oynamak için sokağa çık arkadaş ara, buna da gerek yok.Aç bilgisayarı istemediğin kadar çok oyun var, seç birini ve hep oyna.Sıra falan bekleme, sıra hep sende.”Game over” mı oldun, boş ver, oyunu yeniden başlatırsın nasıl olsa.

Bizim dönemimizde bilgisayar yoktu.Evlere televizyon yeni girmeye başlamıştı.Dolayısıyla tam televizyon çocuğu da sayılmazdık, daha çok radyo ile büyüdük. Bu nedenle hayatımızda radyo yayınlarının da ayrı bir yeri var. Bir kere, eğer okulda öğlenci isek yani öğleden sonra okula gitmemiz gerekiyorsa saat 10:00 ‘da “Arkası Yarın” ‘ ı dinlerdik. Başarılı tiyatro oyuncularının seslendirdiği bu oyunları dinlemek, son derece keyifliydi. Daha sonra da “Çocuk Saati” programı başlardı. Bizler “Çocuk Saati “ programlarıyla büyüdük , bu programdaki oyunlarda yer alan yaşıtlarımızla birlikte. Onların radyodan gelen cıvıl cıvıl seslerini dinlemek çok güzeldi.Bu çocukların hepsi, sanki mahallemizde oynadığımız arkadaşlarımızdı. Bu programlar son derece eğiticiydi.Cumartesi günleri ise hafta sonu için hazırlanan eğlence programlarında olurdu kulağımız.Kısacası radyo yayınları , hayatımızda önemli bir yer tutmaktaydı.

Televizyonla tanışmak ise bütün çocuklar için heyecan vericiydi.Okula ilk başladığımız yıllarda ailelerimiz art arda televizyon aldılar evlerine. Televizyon seyretmek uğruna gece yarılarına kadar oturduğumuz için, ödevlerimiz aksamaya başlamıştı.Bunun ardından televizyon seyirlerimize kısıtlamalar geldi tabi ki. Yatış saatlerimiz için sıkı kurallar getirildi. Bu kuralları deldiğimize ise kısa ve günlük mutluluklar yaşamış olurduk.

Televizyonda seyrettiğimiz diziler birer birer aklıma geliyor.Sizlerle de paylaşayım isimlerini, bakalım hatırlayacak mısınız? İlk seyrettiğimiz dizi “Kaçak”.Karısını öldürdüğü iddiasıyla aranan ve bu yüzden sürekli kaçan aynı zamanda da karısının katilini bulmaya çalışan doktor Richard Kimble’ ın hayatını anlatırdı. Soluk soluğa izlerdik.

“Küçük Ev “ adlı diziyi hatırlamayan yoktur herhalde.Küçük bir kasabada belki de köyde yaşayan meşhur Engels ailesi. Kızların isimlerini hatırlıyorum sadece, Laura ve Mary idi. Bir de kasabanın zengin Olesen ailesi vardı.Bu aile kasabada dükkan işletiyordu. Olesen’lerin şımarık, sarı lepiska saçlı kızı Nelly Olesen ve cadı annesi.Nedense her ikisi sürekli olarak Laura ve Mary ile uğraşırdı, sürekli kıskançlık krizine girerler ve onları zor durumda bırakmak için dizi boyunca uğraşı verirlerdi. Ama sonunda yine iyiler kazanırdı. Bu dizi evcilik oyunlarımıza fazlasıyla örnek olmuştu.

“Uzay Yolu” dizisi, çok etkilendiğimiz bir diziydi. Ay üssü Alfa’da Kaptan Kirk, yardımcısı Mr. Spak ve diğer mürettebat.Bu dizinin oynadığı zamanlarda, kepçe kulaklı olan arkadaşlarımızın lakabı hep “ Mr. Spak “olurdu.Zira Mr. Spak’ın inanılmaz uzun ve üst kısımları sivri olan kulakları vardı. Dizi yanılmıyorsam, “ Kaptanın Seyir Defteri, uzay yılı 1999...” gibi bir cümle ile başlardı. Ben de o zamanlar “vay be, demek 1999 yılına geldiğimizde böyle uzayda gemilerle dolaşacağız, istediğimiz yere ışınlanacağız, hep gümüş renkli pırıl pırıl elbiseler giyeceğiz, yemek yapma derdi falan olmayacak, bunun yerine hap içip tok kalacağız “ diye düşünürdüm. 1999 yılına geldiğimde 30 ‘lu yaşlarımda olacağımı hesaplar ve o yıllar için heyecan duyardım. Gel gelelim 1999 yılını geçtik , 2000 ‘li yıllara başladık. Ama değişen hiç bir şey olmadı.Hala uzay gemilerine binemedik ve hala istediğimiz yere ışınlanmamız mümkün değil. İşte yıkılan çocukluk hayallerimizin bir bölümü bunlar olsa gerek.

Biraz da çizgi filmlerden bahsedelim. En sevdiğim çizgi film “Heidi“ idi. Heidi büyük babasıyla birlikte İsviçre Alplerinde küçük bir kulübede yaşardı.En iyi arkadaşı koyunları otlatan Peter’ di. Bütün gün kırlarda dolaşır, koşar , oynarlardı. Sonra büyükbabası Heidi’yi eğitim alabilmesi için büyük şehire gönderdi. Orada zengin bir ailenin yanında kaldı . Ailenin güzel kızı Clara felçli olduğu için yürüyemiyordu. Zannediyorum,evin kahyası ya da çocukların dadısı olan Bayan Rottenmair, Heidi’ ye çok çektirirdi, Heidi büyükbabasını ve Peter ‘ı çok özlüyordu. Ama yine de her türlü güçlüğe göğüs gerdi. Heidi birkaç yıl geçince büyükbabasını görmeye gitti. Bir süre sonra Clara’yı da, temiz havanın hastalığına iyi geleceği düşüncesiyle Heidi’ nin yanına gönderdiler. Bu ziyaret sırasında Clara, büyük bir azimle ve Heidi’nin sayesinde İsviçre Alplerinde yeniden yürümeyi başarmıştı.O sahneyi seyrederken ben ve bütün arkadaşlarım salya sümük ağlamıştık.

Yine Heidi ile aynı formatta, “Flanderlerin Köpeği “ diye bir çizgi film hatırlıyorum hayal meyal. Oradaki küçük kızın adı Aloda idi. Ancak bu çizgi filmin içeriği fazla net değil hafızamda.

Heidi’ den birkaç yıl sonra “Şeker Kız Candy “ başladı. Bu çizgi film de çok etkilemişti bizleri.Çok iyi kalpli ve güzel bir kızdı Candy, fakat Candy çabuk büyüdü. Sevgilileri falan oldu çizgi filmde.İsimleri Mike, Antony, Arçi falandı galiba. Yani birden bire genç kız yapmışlardı onu. Hoş bir çizgi filmdi, çizgi karakterlerin her biri çok güzel çizilmişti.Candy’ in elbiseleri, yaşadığı yerler her şey masalsı bir görüntüdeydi.Ancak Heidi kadar iz bırakmadı üzerimizde.

Bir de ” Tonton Ailesi” adlı çizgi film vardı. Tonton ailesi tombul, sanki sirklerdeki lobutlara benzeyen çizgi aileydi.Zor durumda kalan tüm insanlara yardım etmekteydi bu aile. Zira bu ailenin şekilden şekile girme özelliği vardı. İstedikleri her tür nesneye anında dönüşebiliyorlar ve sonra yine eski tombalak hallerine geri dönüyorlardı. Örneğin küçük bir çocuk akarsu kenarına gelmiş ve karşıya geçemiyor,bunun için de ağlıyor diyelim; tontonlardan biri hemen uzuyor , uzuyor kocaman bir köprüye dönüşüveriyor. Küçük çocuk ta sevinerek köprüden geçip karşı tarafa ulaşıyor. Görevini tamamlayan tonton da hemen eski haline dönüyor. Karakterleri son derece yalın çizilmiş bu çizgi film, konusu itibariyle bende etki bırakmış.Keşke bu çizgi film bir yerlerde varsa gün yüzüne çıkartılsa , şimdiki çocuklar da izleme fırsatını bulabilseler.

1980 ‘li yılların çizgi filmlerinde şiddet, dövüş , düşmanlık pek yoktu anlayacağınız. Varsa bile silahlı, vurdulu kırdılı değildi.Zannediyorum şiddete dayalı çizgi filmlerdeki milat,” Hea-Man “ adlı çizgi filmle başladı.Bu filmde Hea Man, ” Gölgelerin gücü adına....güç bende artıkkk.....” diye bağırır ve savaşmaya başlardı. Elinde bir kılıç vardı ve bununla Voltran oluşturulurdu. Neyse ki Hea – Man başladığında artık bizler büyümüştük, çizgi film seyretme zamanımız çoktan geçmişti. Dolayısıyla kavga dövüş, şiddet ve dehşet senaryolu bu filmlere, katlanmak zorunda kalmadık.

Çocukluk yıllarımızda bizleri , çizgi film ve diziler dışında Türk filmleri de oldukça etkilerdi. Kim ne derse desin eski Türk filmlerini hep beğenmişimdir. Hala televizyonda zap yaparken karşıma eski bir Türk filmi çıktığında, beş on dakika o kanalda oyalanırım.

Öncelikle filmi seyredip seyretmediğimi hatırlamaya çalışırım. Eğer sevdiğim bir filmse ya da çok etkilendiğim sahneleri olan bir filmse o kanaldan ayrılmam ve sonuna kadar filmi seyrederim.Film duygusalsa ve etrafta da kimseler yoksa, eskiden olduğu gibi zırıl zırıl ağlarım. Çocukken bu filmleri seyrederken çok zorlanırdım. Ağlayacağımı anladığım anda, birden biyolojik saatim nedeniyle tuvalete gitmem gerekiyormuş gibi yapardım. Tuvalette bir güzel ağlar ve hiçbir şey olmamış gibi filme geri dönerdim. Ama o yıllarda bu özellik sadece bana mahsus bir özellik değildi. Bütün çocuklar ve hatta annelerimiz belki bir nebze babalarımız da sulu gözlüydüler.Hepimiz filmdeki karakterlerle bütünleşirdik. Kısacası Türk filmleri herkes için çok özeldi.Ne gariptir ki şimdiki Türk filmlerinde aynı tadı bulamıyorum. Bu yeni filmlerin kötü olmasından kaynaklanmıyor, başka bir şey. Zamanla ilgili sanki, fazla açıklama yapmaya gerek yok, eminim beni anlamışsınızdır.

Sevgili dostlar, yazıya nasıl başladım ve nereden nereye geldim ben de bilmiyorum. Umarım baştan sona kadar okumaya tahammül etmişsinizdir. Bu yazının sorumlusu, kuşkusuz okulların açılmasıyla birlikte içimde depreşen, çocukluk yıllarıma ait anılarımdır.Dilerim bu satırlar Sizlere de, çocukluğunuzun güzel anlarını hatırlatmıştır.

1970’ li, 1980’li yıllarda çocukluk dönemini yaşamış biri olarak, o yıllardan kalan anılarımı sizlerle paylaşmak istedim.Bizim çocukluğumuz güçlüklerle dolu, üzüntülü, sıkıntılı ve mutsuz bir çocukluk değildi. Dolayısıyla romanlara konu olacak kadar farklı bir çocukluğumuz olmadı. Belki çok sıradandı.Bizler, dede ve ninelerimizin anlattığı kadar zorluklar görmedik büyürken.Nitekim anne ve babalarımızdan da daha şanslı, daha renkli ve rahatlık içinde bir çocukluk geçirdik.Sonuç olarak mutlu , dolu dolu bir çocukluk yaşadık.

Herkes bir önceki kuşağa göre daha şanslı oluyor. Pek çok şeyi daha kolay elde etme imkanını buluyor.Fakat biraz da şanssız oluyor belki . Zira yaşam kalitesi arttıkça beklentiler de aynı oranda artıyor. Bizi çocukluğumuzda mutlu etmeye yeten küçücük şeyler, şimdiki çocukları mutlu etmeye yetmiyor.Her kuşak diğerine göre bir adım önde, farklı kazanımları olmuş durumda. Ama tüm bu kazanımlar hep madde boyutunda sanki. Bir önceki kuşağa göre bir adım ileri gidiyoruz fakat bir adım da geri geliyoruz gibi. Yani maddi anlamda ileri gidiyor fakat değerler anlamında bir adım geride kalıyoruz.

Okul yıllarında çok ağır geçtiğini düşündüğümüz zaman, şimdi hızla akıp gidiyor. Hiç birimiz yetişemiyoruz hızına.Mutluluklar, sevinçler, hüzünler hepsi hızla yaşanıyor, her şey kısa zaman dilimlerine sıkıştırılıyor. Doyasıya değil tüm bu yaşananlar. Şimdiki çocuklar da bu hızlı yaşamdan nasibini almışlar.Bizim gibi bir çocukluk yaşamalarını bekleyemeyiz. Kuşkusuz, şimdiki çocukların yıllar sonra hatırında kalacak çocukluk anıları, bizim anılarımızdan çok farklı olacak. Bu çocuklar her şeyi daha hızlı kavramak , daha çabuk öğrenmek zorundalar.Bu koşuşturma içinde ailelerin çocuklarına ayırdığı zaman ise çok kısıtlı. İşte bu yüzden çocuklarına birtakım değerleri, küçük şeylerden mutlu olabilmeyi öğretemiyorlar. Bazı şeyler hep eksik kalıyor gibi. Ama umutsuzluğa hiç gerek yok. Ne olursa olsun, yeni nesil daha güzel şeyler yaşayacak.Onların anlatacak daha güzel anıları olacak.

Haydi çocuklar, okullar açıldı. Koşun , geleceğinize koşun, sevgiyle ve umutla...
 
Üst