HABİL VE KABİL

coffiner

Aktif Üye
Katılım
2 Ara 2005
Mesajlar
270
Tepkime puanı
0
Yaş
1020
Kaabil ile Hâbil
 
     
  Âdem ve Havva cennette iken rahat rahat yaşıyorlardı. Korku bilmiyorlardı ve hiçbir güçlük çekmiyorlardı. Ne zaman ki şeytanın tuzağına düştüler, Allah'ın emrini dinlemediler, Allah onları cennetten aldı ve yeryüzüne indirdi.

Yeryüzünü, otların ve büyük ağaçların kaplamış olduğunu, yırtıcı hayvanların, kaplanların, fillerin, canavarların, daha birçok vahşi hayvanların orada yaşadıklarını gördüler. Bu Vahşi hayvanların kendilerini parçalamasından korktular, yüksek bir mağaraya sığındılar ve orada barınır oldular. Karınları acıkınca vaktiyle cennette yiyip içtikleri gibi kolay kolay karınlarını doyuracak yiyecekler bulamıyorlardı. Âdem, ormanlarda, ağaçlar arasında karınlarını doyuracak bir şeyler aramak zorunda kaldı.

Adem çalışmaya başladı. Yiyecek toplamak için yoruluyor ve ter döküyordu. Havva da elinden geldiği kadar hayat arkadaşına yardımcı oluyor, onun sıkıntılarını paylaşıyordu.

Havva hâmile kaldı ve bir çocuk dünyaya, getirdi Adını Kaabil koydu. Âdem, ilk çocuğunun doğumundan çok memnun oldu. Havva yepyeni bir vazife ile karşılaştı. Artık yavrusuna bakacak ve onun terbiyesiyle meşgul olacak, bu yüzden eşine yardım edemeyecekti. Âdem, bütün gün tek başına yiyecek, içecek peşinde koşuyordu, gece olunca da mağaraya dönüyor, sevinçli sevinçli, çocuğu ile oynaşıyordu.

Aradan bir sene geçti. Havva yine hâmile kaldı. Bir çocuk daha doğurdu. Adını Hâbil koydu. Âdem, yine ailesinin yiyecek işleriyle uğraşıyordu.

Böylece seneler geçti. Havva hâmile kalıyor, yeni yeni çocuklar dünyaya getiriyordu. Âdem de adedi artan ailenin iaşesini temin etmek için çalışıyordu.

Kaabil ile Habil büyüdüler, delikanlı oldular. Artık oyunu terk edip ihtiyaçları artmakta olan ailesinin iaşesini, tek başına tedarik eden babalarına yardım etmeleri, aileyi yırtıcı hayvanlardan, kaplanlardan korumaları gerekiyordu. Kaabil, Hâbil'den daha büyüktü. Fakat Hâbil ağabeyisinden daha güçlü kuvvetli idi. İyi kalpli, merhametli, hayvanları sever, onları korur ve gözetirdi. Âdem, iki oğlu arasında iş taksimi yapmak istedi. Kaabil'e ziraat işlerini verdi. Çünkü Kaabil katı kalpli idi. Toprakla uğraşmak için iyi kalpli ve merhametli olmaya lüzum yoktu. Hâbil'e de koyunların, ineklerin bakımını verdi. Çünkü bunlar hisseder, elem duyar, canlılardır. Şefkat ve merhamete muhtaçtırlar.

Bir gün, yine güneş doğdu, Âdem, Kaabil ve Hâbil mağaradan çıktılar. Kaabil, meyva toplamaya, Hâbil hayvanları gütmeye, şefkatle onları okşamaya, Adem kuş avlamaya, Havva da, çocuklarının temizliği için su taşımaya gitti. Akşam olunca erkekler mağaraya dönüyorlar. Kaabil meyva, Hâbil süt, Âdem de avladığı bazı kuşları getiriyordu. Sonra ortaya yemek konuyor ve hep beraber yiyorlardı.

Allah'ın Âdem'e ve evlatlarına ihsan ettiği meyva ve mahsul çoğaldı. Âdem, epeyce büyümüş olan iki oğluna, kendilerine bol bol nimetler veren Allah'a nasıl şükür etmeleri lâzım geldiğini öğrenmek istedi. Her birinin, hayvan beslemeyi ve ekin ekmeyi bilmeyen, Allah'ın yarattığı herhangi bir mahlûkun yiyebilmesi için, topladıkları yiyeceklerden bir miktar yanlarına alarak dağın tepesine çıkıp orada bırakmalarını ve böylelikle Allah'a şükür etmelerini, kendilerine verilen nimetlerin hakkını ve zekâtını ödemiş olmalarını emretti. Hâbil pek memnun oldu. Çünkü çok iyi kalpli bir insandı. Amma Kaabil kendi kendine söylendi, Güçlükle, alın teri ile kazandığını şeyi neden dağın başında bırakacakmışım! Başkasına verecekmişim! Ben kendim faydalanırım daha iyi dedi. Fakat babasına bir şey demedi.

Hâbil, koyunlarının yanına gitti. Güzel ve iyi bir kuzu seçti. En çok sevdiği kuzulardan biri idi. Hemen kesti. Çok sevinçli idi. Çünkü kendilerine yiyecek içecek veren Allah'ın rızası için şükür kurbanı veriyordu. Ama Kaabil, meyva ve mahsullerin arasından en kötülerini seçti. Çünkü kendi kalbi de kötü idi. Cimrinin biri idi iyisine kıyamıyordu. Kaabil, kokmuş ve çürük hediyesini Allah'a takdim etti. Hediyesi gibi kalbi de kötü idi. Hâbil de yanında olan malın en iyisini ayırdı. Allah'a hediye etti. Çünkü kalbi de temiz ve pâk idi.

Ertesi gün babaları da beraber dağın başına gittiler. Hâbil hediyesini bulamadı. Allah'ın, hediyesini kabul ettiğini anladı. Memnun oldu ve Allah'a şükretti. Amma Kaabil, bozuk hediyesini bıraktığı gibi buldu, çok canı sıkıldı. Kardeşine öfkelendi. Öfkeli, öfkeli babasına döndü:
— Sen ona dua ettin de Allah onun hediyesini kabul etti. Bana dua etmedin, dedi.

Âdem ona :
— Hayır, Allah onun hediyesini kabul etti. Çünkü o, elinde olanın en iyisini verdi, kalbini de temiz tuttu. Fakat, sen yanında olanın en kötüsünü Allah'a hediye ettin. İyi niyetli de değildin. Çünkü Allah iyidir. Hediyenin iyisini kabul eder, dedi.

Hâbil oradan ayrıldı. Kaabil, arkasından öfkeli öfkeli ona bakıyordu. Biraz sonra yerinden kalktı. Hem düşünüyor, hem de yürüyordu. Canı çok sıkılmıştı. Çünkü Allah, kardeşinin hediyesini kabul etmekle onun daha üstün olduğuna işaret etmişti kendisine kızmıyordu. Çünkü kötü kalpli idi. Ben kabahatliyim demiyordu. Kızgınlığı kardeşi Hâbil'e idi.

Şeytan geldi kulağına fısıldadı: Kardeşini öldür, Hâbil'i öldür, dedi. Başını kaldırdı baktı. Kardeşi sakin sakin gidiyordu. Şeytan durmadan fit veriyordu:
Hâbil'i öldür!.. Hâbil'i öldür!.. diyordu.

Koşarak kardeşine yetişti, hırçın bir sesle:
— Seni öldürmeye kararlıyım, dedi.

Hâbil, ona hayretle baktı:
— Niçin beni öldüreceksin? dedi.

— Çünkü babam, seni benden fazla seviyor, Allah da seni benden üstün tuttu, senin hediyeni kabul etti. Benimkini kabul etmedi.

— Beni öldürmekle sen ne kazanırsın? Beni öldürürsen babam seni hiç sevmez. Allah'ın öfkesi de sana daha fazla artar.

Kaabil öfke ile Hâbil'in boğazına sarıldı ve haykırdı :
— Senden kurtulmak ve rahat etmek istiyorum. Onun için öldürmem lâzımdır, dedi.

Hâbil kardeşine :
— Beni öldürürsen rahat yüzü göremezsin, dedi.

Gözü dönmüş olan Kaabil:
— Seni öldürmedikçe rahat edemeyeceğim, dedi.

Hâbil kardeşinden daha da kuvvetli olduğu halde sükûnetini bozmadı. Sakin sakin ona:
— Sen beni öldürmek için bana elini uzatırsan, ben seni öldürmek için ellerimi uzatmam. Elimi senin kanına bulaştırmam. Çünkü ben, âlemlerin Rabbı olan Allah'tan korkarım, dedi.

Hâbil sükûnetle oradan uzaklaştı. Kaabil başını yere eğmiş ayakta duruyordu. Kardeşine olan öfkesini ve kinini yenemiyordu!

Kaabil, çok üzüntülü olarak mağaraya döndü. Bir köşeye uzandı, uyumak istedi. Fakat bir türlü uyuyamıyordu. Kalbi daralıyor, olup biten şeyleri düşünüyordu. Şeytan yine geldi. Kulağına fısıldadı: Hâbil'i öldür ki rahat edesin!.. Öldür Hâbil'i!.. Öldür Hâbil'i!.. Huzursuzluk içinde kıvranırken şeytanın bu gibi tahriklerini de dinlemeye devam ediyordu.

Sabah olup da güneş doğunca mağaradan dışarı çıktı. Kardeşini öldürmeye karar vermişti.

Hâbil, koyunların başına gitti. Kalbi rahat, memnun ve sakindi. Kaabil de çift sürmek için ayrıldı. Suratını ekşitmişti. Hâbil'e olan öfkesi içini yiyordu. Kardeşini koyunların arasında sakin sakin dolaşır görünce öfkesi kaibardı. Şeytan yine sokuldu: öldür onu öldür ki rahat edesin! diye bağırdı Kaabil etrafına bakındı. Orada duran, bir kaya parçasını yüklenerek fırlattı. Hâbil cansız yere yuvarlandı. İlk olarak yeryüzünü insan kanıyla boyadı. Kaabil kendine geldi. Kardeşinin kanlar içinde yattığını görünce içinden bir nedamet hissi koptu. Çok kötü bir iş yaptığını anladı. Hâbil, ölümünü icap ettirecek bir iş yapmadığı halde onu öldürmüştü.

Kardeşi çok iyi bir insandı. İyilik yapmayı severdi. Amma o, kötü bir insandı. Kötü işler düşünür, kötü şeyler yapardı. Kötülüğünü artırdı. Kardeşini çekemedi. Nihayet onu öldürdü, işte şimdi kardeşini öldürmüştü. Onu öldürmekle ne kazanmıştı? Hiçbir şey kazanmadı. Belki her şeyi kaybetti. Korku ve nedamet hissi duyuyor, elem ve ıztırap ateşi içini yakıyordu. Rahatı da, emniyeti de, huzuru da kaybetmişti. Esen rüzgâr ona: Kaatil!.. Kaatil!.. der gibi acı acı esiyordu. Ağaçların sallanması ona: Kaatil!.. Kaatil!.. der gibi bir mânayı anlatıyordu.

Ormandaki yırtıcı hayvanlar ona Ey kaatil!.. Ey kaatil!.. dercesine hırlıyormuş gibi gelirdi.

Korku içinde idi. Silkindi ayağa kalktı. Ayakları kendisini taşımıyordu. Kardeşinin yanına yığıla kaldı. Cesedini dürtmeye ve bağırmaya başladı.
— Hâbil!.. Hâbil!..

Lâkin Hâbil'de ses seda yok; hayat eseri yok. Cansız cisim gibi hareketsiz yatıyordu!..

Kaabil ayağa kalktı. Ölen kardeşinin önünde şaşkın, şaşkın durdu. Ne yapacağını bilemiyordu. Hâbil ölmüştü. Ne kalkabilir ne de yürüyebilirdi. Şimdi Kaabil ne yapacaktı? Kardeşini açıkta, yırtıcı kuşlara, hayvanlara mı bırakmalıydı? Düşündü, düşündü bir şeye karar veremedi. Nihayet kardeşini yüklenip götürmeyi aklına koydu.

Hâbil'in cesedini omzuna aldı. Endişe içinde yürüyor, cesedi ne yapacağını bir türlü bilemiyordu. Yoruluncaya kadar yürümeye devam etti. Kardeşinin cesedini yere koydu. Mahzun mahzun yanına oturdu. Bir taraftan cesede bakıyor, bir taraftan da ne yapacağını düşünüyordu. Kardeşini öldürdüğü için kendine kızıyor, keşke onu öldürmemiş olsaydım, diyordu.

Bir müddet dinlendi. Tekrar kardeşini sırtına aldı. Fakat bu yaptığından dolayı da kendisine fena halde kızıyordu. Böylece yürümesine devam etti. Yorulunca yine kardeşini yere koydu. Dinlenmeye oturdu.

Kardeşini sırtına alıyor, yoruldukça yere koyuyor, sonra dönüyor yine yükleniyor, nereye gittiğini, kardeşini ne yapacağını ondan nasıl kurtulacağını bir türlü bilemiyordu. Issız ovada şaşkın şaşkın dolaşıyordu.

Böylece yoluna devam ederken ölü bir karganın yanında duran canlı bir karga gördü. Dikkat etti. Baktı ki canlı karga gagasiyle, ayaklariyle yeri kazıyordu. Büyükçe bir çukur kazdıktan sonra ölü kargayı o çukura çekip koydu. Toprakla üstünü örttü.

Kaabil, kargamın bu halini görünce hayret etti.
— Yazıklar olsun bana, şu karga kadar olup da kardeşimin ölüsünü örtmekten âciz mi oldum? dedi.

Kalktı. Yerden bir çukur kazmağa başladı. Daha sonra da kardeşinin ölüsünü o çukurun içine koydu. Üstünü toprakla örttü.

Âdem, çocuklarını aramağa çıkmıştı. Kaabil, babasının kendisine doğru gelmekte olduğunu görünce korkmağa başladı. Babasının, kendisini affetmeyeceğini biliyordu. Selâmeti kaçmakta buldu. Babasının önünden kaçıp uzaklaştı. Âdem, Kaa-bil'in kaçmakta olduğunu görünce hayret etti. Bir de etrafına baktı, ne görsün: Yerde Hâbil'in kanını gördü. Yüreği cız dedi, kalbi burkuldu. Kaabil'in Hâbil'i öldürdüğünü anladı. Çok üzüldü. Göz yaşlarını tutamadı. Ağlamaya başladı. Ağlayarak Kaabil'in arkasına düştü. Bağırıyordu:
— Kaabil, kardeşine ne yaptın?

Kaabil, bütün dünyanın kendisine bağırıyor olduğunu zannetti:
— Kaabil, kardeşine ne yaptı?

Âdem, durmadan Kaabil'in arkasından koşuyordu. Kaabil bir uçurumun kenarına vardı, titriyor ve çok korkuyordu.

Âdem feryad ediyordu:
— Kaabil, rahat yüzü görme. Kendi önüne felâket kapıları açtın. Git, huzur ve sükûndan ebediyyen mahrum ol. Gördüğün hiçbir canlı mahlûktan emin olma.

 
Üst