EFSANELER

canik

Yeni Üye
Katılım
30 Kas 2005
Mesajlar
15,200
Tepkime puanı
0
Yaş
1020
fghj3pb.jpg


LEYLA İLE MECNUN


Leyla ile Mecnun'un aşkları bir Arap efsanesine dayanmaktadır . Bu efsanede Mecnun mahlasıyla şiirler söyleyen Kays ibni Mülevvah adlı bir Arap şairiyle Leyli ( Leyla ) adlı bir Arap kızın arasında geçen ve ayrılıkla sona eren bir aşk serüveni anlatılmaktadır .

Söylentiye göre Kays ile Leyla kardeş çocuklarıdır .Küçük yaşta birbirlerini severler . Kays'ın Leyla için söylediği şiirler dillerde dolaşır .Leyla'nın babası ,adını dillere düşürdüğü için kızının Kays'la evlenmesini önler .Leyla başka biriyle evlendirilir .Kays çöllere düşer .Mecnun (deli ) diye anılmaya başlar .Ayrılık acısına dayanamayan Leyla kederinden ölür . Mecnun bunu duyunca onun mezarının başına koşar ve o da orada can verir .

Bu efsane Arap edebiyatında X. yüzyılda çok yaygın bir hale gelmiş ,Mecnun'a ait olduğu söylenen şiirlerin arasına nesirler de eklenerek hikaye haline getirilmiştir .Bu konu daha sonra Fars ve Türk edebiyatlarında da işlenmiştir . Bunların arasında en ünlüsü Fuzuli'nin yapıtıdır ( 1535)

Aşağıda okuyacağınız küçük hikaye Fuzuli`nin Leyla vü Mecnun adlı mesnevisinden alınmıştır.

Kays, bilinen adıyla Mecnun, Leyla`nın aşkından kendisinden geçip yarı meczup bir halde çölde giderken, namaz kılmakta olan bir dervişin önünden geçer. Derviş hemen namazını selamlayıp, Mecnun'a "Namaz kılan birinin önünden geçilmez, bunu bilmiyor musun?" diye çıkışır. Mecnun cevap verir "Ben Leyla'nın aşkından öyle bir hale geldim ki, senin burada namaz kıldığını görmedim bile, sen nasıl bir aşkla namaz kılıyorsun da benim senin önünden geçtiğimi görüyorsun?"

Leyla ve Mecnun'un hikayesi Türk Halk edebiyatının da etkilemiş ve Leyla ile Mecnun adıyla bir Karagöz oyunu haline getirilmiştir .

Karagöz oyunlarında işlenen Leyla ile Mecnun hikayesi ise şöyle :

Oyunun başında Leyla ile Mecnun birbirlerine olan sevgilerini şiirlerle dile getirirler. Aralarında bir gül ağacı vardır. Zebani gelerek gül ağacını alır ve yerine karaçalı koyar. Karagöz bu karaçalıyı almak isterken zebani Karagöz’ü kaldırıp baş aşağı kara çalının üzerine atar. Hacıvat gelerek Karagöz’e Leyla ile Mecnun’un hikayesini anlatarak, Zebani’nin kara çalıyı onları ayırmak için koyduğunu söyler.

Perdeye içinde Leyla’nın babası ve annesinin olduğu bir kervan gelir. Hacıvat onlara bir ev bulur. Daha sonra Mecnun’un babası olan Halepli Haşim gelir. Hacıvat Leyla’nın anne ve babasının olduğu yere ergeç Mecnun’un da geleceğini söyler. Mecnun gelip Leyla’ya olan aşkını Hacıvat’a anlatır ve ondan yardım ister. Bu esnada bir aslan gelip Karagöz’ün köpeğini yutar. Leyla’nın babası kızını Mecnun’a istemeye gelen Hacıvat’ı kovar. Hacıvat, Karagöz’ün ninesi olan Cazu’dan yardım ister. Cazu nine Leyla’nın babasına giderek eğer kızlarını Mecnun’a vermezlerse Leyla’nın öleceğini söyler.

Bunun üzerine Leyla’nın babası kızını Mecnun’a vermek için üç şart koşar. Birincisi Mecnun çok sevdiği dişi ahuyu öldürecektir. İkincisi aslan ile boğuşup onu da öldürmesi. Üçüncüsü ise yedi başlı ejderhayı öldürmesi. Karagöz Mecnun’a bir bıçak verir. Mecnun kendi isteğiyle ahuyu öldürür. Daha sonra aslan ile ejderhayı da öldürür ve koşulları yerine getirmiş olur. Zebani iki sevgilinin kavuşmasını engellemek amacıyla araya yine kara çalı koyarsa da Mecnun bıçağı ile karaçalıyı kesip atar.
Sevgililer birbirlerine kavuşurlar ve kervanla memleketlerine dönerler ...
 

Aragorn

Aktif Üye
Katılım
3 Ara 2005
Mesajlar
3,684
Tepkime puanı
0
Yaş
37
ben mecnun gibi seviyorum yaaa

sağollasın burçin
 

canik

Yeni Üye
Katılım
30 Kas 2005
Mesajlar
15,200
Tepkime puanı
0
Yaş
1020
Allah tamamına erdirsin arkadaşım  ;)
 

canik

Yeni Üye
Katılım
30 Kas 2005
Mesajlar
15,200
Tepkime puanı
0
Yaş
1020
normalcouple491dy8rr.jpg

KEREM İLE ASLI


Bu aşk hikayesinin Aşık Kerem ya da Kerem Dede diye anılan Azerbaycan yöresi halk şairinin aşk serüvenini konu eden şiirleri halk arasında yayıldıktan sonra adı bilinmeyen halk hikayecileri tarafından bu şiirler çerçevesinde oluşturulduğu ileri sürülür .( XVII. yy. )

İsfahan Padişahı'nın oğlu Kerem keşiş kızı Aslı'ya gönül verir .Ancak din ayrılığı yüzünden onunla evlenmesi mümkün olmaz . İlden ile göçen keşişle kızı Aslı'nın ardından uzun yolculuklar yapan delikanlı Halep Paşası'nın emri üzerine Aslı'yla evlendirilir .Ancak düğün gecesi keşişin kızına giydirdiği gömleğin düğmeleri bir türlü çözülmeyince Kerem ah edip yanarak ölür . Onun külleri arasında kalmış kıvılcımla Aslı'da saçlarından tutuşup can verir .

Hikaye boyunca Kerem arkadaşı Sofu'yla birlikte uzun yollar aşar . Anadolu'nun birçok yerini gezer ,Hanlarda kahvelerde şiirler söyler ,yollara , dağlara , akarsulara, hayvanlara Aslı'ya benzettiği güzellere şiirler söyleyerek derdini anlatır .Aslı'yı yakından görebilmek için kızın annesine bütün dişlerini çektirir .

Hikayeye olağanüstü ögeler de karışmıştır .İki sevgilinin doğumları bir dervişin verdiği sihirli elmayla olmuştur .Zorda kalan Kerem'i Hızır kurtarır .Dağlar ırmaklar o şiir söyleyince geçit verir .

Sevgilisine kavuşma yolunda çileler çeken ve onun uğrunda yanan Kerem , modern edebiyatta bir ülküye bağlanıp can verebilen kahramanın simgesi sayılmıştır .




Ala gözlerine kurban olduğum
Hep senin derdinden yanar ağlarım
Kime arzedeyim garip halimi
Ellerin yanında görür ağlarım ..

Benden kaçar sevdiğim, gayrden kaçmaz
Dahi pek küçüktür, aşıkın bilmez
Yalvarsam Mevla'ya dileğim geçmez
Yüzümü yerlere sürer ağlarım ..

Yine düşt'ayrılık vücut şehrine
Yürek mi dayanır dilber cevrine
Sürülünce insan mahşer yerine
Hak'kın divanına durur ağlarım ..

Kerem der bu firkatla yanarsam
Tükenir ömrümüz bir gün ölürsem
Bu hasretle kıyamete kalırsam
Kefenim boynuma sarar ağlarım ...

Aşık Kerem
 

canik

Yeni Üye
Katılım
30 Kas 2005
Mesajlar
15,200
Tepkime puanı
0
Yaş
1020
animewallpapers1138391800i7549.jpg

FERHAT İLE ŞİRİN

Efsaneye göre Ferhat, Persler döneminde yaşamış ünlü bir nakkaştır. Sultan Mehmene Banu'nun yeğeni Şirin için yaptırdığı köşkün süslemelerini yaparken Şirin'i görür ve birbirlerine sevdalanırlar. Ferhat, Sultan'a haber salarak Şirin'i istetir. Sultan,yeğenini vermek istemez. Ferhat'ı oyalamak için dağı delip şehre su getirmesini şart koşar. Ferhat, zekası, teknik bilgisi, bilek gücü, aşktan aldığı kuvvetle dağı deler.

Mehmene Banu, dağı delip suyun akacağı kanalı tamamlamak üzere olan Ferhat'ın yanına yaşlı dadısını göndererek, Şirin'in öldüğü haberini ulaştırır. Ferhat, bu acı haber üzerine, elinde tuttuğu külüngü havaya atar, düşen külünk Ferhat'ın başına isabet eder ve Ferhat orada ölür. Ferhat'ın acı haberini alan Şirin korku ve heyecanla olayın geçtiği kayalığa gelir.Ferhat'ın öldüğünü görünce bu acıya dayanamaz ve kayalıklardan aşağı yuvarlanarak, orada can verir. Her iki sevgiliyi, can verdikleri kayalıklarda yan yana gömerler.

Bu aşk öyküsünün Karagöz oyunlarındaki işlenişi ise şöyle :

Hacıvat tarafına Şirin’in köşkü, Karagöz tarafına ise dağ kurulur. Hacıvat’ın tegannîsinden sonra perdeye gelen Karagöz Hacıvat’a “Kendi tarafına köşk benim tarafa ise moloz yığını koymuşsun” diye sitem eder. Bunun üzerine Hacıvat Ferhat ile Şirin öyküsünü anlatmaya başlar. Bu sırada Karagöz ile Hacıvat çekilirler ve olay canlanır.

Ferhat ile Şirin birbirlerini çok severler. Fakat Şirin’in annesi Şirin’i Ferhat’a vermek istemez. Hacıvat’ın araya girmesi sonucu Şirin’in annesi bir şart koşar. Amasya şehrinde su yoktur, eğer Ferhat Elmadağı'nı kazması ile yarıp şehre su getirirse Şirin’i vermeye razı olacaktır.

Ferhat Hacıvat’tan bir külünk bulmasını ister. Hacıvat Karagöz’e giderek bir külünk ısmarlar. Külüngü zamanında yetiştiremeyen Karagöz evden kendi kazmasını getirir. Ferhat dağı kazma ile yararak şehre su getirmesine rağmen Şirin’in annesi Şirin’i vermeye razı olmaz, büyücü bir kadın bularak onları ayırmak ister. Büyücü kadın Ferhat’a gelerek Şirin’in öldüğünü söyler. Ferhat büyücü kadını öldürür, tam kendi canına da kıymak üzeredir ki Karagöz gelerek Şirin’in ölmediğini söyler ve iki sevgiliyi birbirine kavuşturur ...
 

canik

Yeni Üye
Katılım
30 Kas 2005
Mesajlar
15,200
Tepkime puanı
0
Yaş
1020
Ben teşekkür ederim birol zaman ayırıp okuduğun için ;)
 

canik

Yeni Üye
Katılım
30 Kas 2005
Mesajlar
15,200
Tepkime puanı
0
Yaş
1020
animewallpapers1139061087i4945.jpg

BOŞKA İLE ADMİRA

Boşka ve Admira Yugoslavya parçalanmadan önce Saraybosna'
da yaşayan iki genç. Admira Müslüman, Boşka ise Sırp bir aileden. Ama ikisi de Saraybosnalı. Çocuklukları aynı mahallede geçer. Lise yıllarında bu iki genç birbirlerine aşık olup nişanlanırlar. 1992 yılının ilkbaharında Boşka ve Admira evlilik planları yaparken Bosna'da savaş başlar.

Bu tarihten itibaren bu iki insanın hayatlarına anlam kazandıran birçok şey savaşın acımasız ellerinde bir bir yok olup gider. Önce Sırp ordusunun Bosna'yı talan edip masum ve savunmasız insanları toplama kamplarında katletmelerini seyrederler. Sonra birlikte büyüdükleri insanların birbirlerine düşman oluşuna, oynadıkları sokakların, yaşadıkları evlerin yıkılışına şahit olurlar. Bütün bu karmaşanın içinde Boşka ve Admira'nın sarılıp tutundukları iki şey vardır: birbirlerine olan sevgileri, ve Saraybosna'ya tutkunlukları.

Birçok Saraybosnalı gibi Boşka ve Admira da hazırlıksız ve savunmasız yakalanırlar Sırp kuşatmasına. Yine de şehri terketmezler. Bu arada Boşka'nın birçok arkadaşı Saraybosna'yı çevreleyen Sırp çetelerine katılırlar ve Boşka'nın da katılması için baskıda bulunurlar. Boşka her seferinde reddeder.

Admira ile birlikte Saraybosna'da kalıp şehirdeki yaşlı ve düşkünlere yardım ederler. Onlar için yiyecek kuyruklarında beklerler. Kışın evlerine odun taşırlar. Kuşatma çemberi gün geçtikçe daha da daralır. Yaşam daha da zorlaşır. Bunun üzerine yaşadıkları yeri terkedip, şehrin merkezine yerleşirler. Bu arada Boşka'nin ailesi Sırbistan'a göçer.

Boşka ve Admira'nın Saraybosna'da verdikleri yaşam mücadelesi iki yıl sürer. Bu arada evlenirler de. 1994 ilkbaharında Sırbistan'a, Boşka'nin ailesinin yanına gitmeye karar verirler. Saraybosna'nın giriş-çıkışlarını tutan Sırp askerlerinden ve şehri savunan direniş gruplarından izin alırlar.

Geçiş günü gelir. Boşka ve Admira, önce Admira'nın ailesini ziyaret edip onlarla vedalaşırlar. Sonra askerlerin onlara söylediği geçis noktasına doğru yürürler. İkisi elele kilit noktasındaki köprüyü geçerler. Köprüden sonra bir iki adım attıkları sırada birkaç el silah sesi duyulur. Boşka ve Admira yere düşerler.

O anda mı ölürler, yoksa daha sonra mı bilinmez. Fakat, ölümde bile rahat bırakmaz savaş Boşka ile Admira'yı. Kimse yanaşamaz yanlarına on gün boyunca. Ailelerin girişimleri sonuçsuz kalır. Ne şehri savunan direniş grupları ne de Sırp askerleri kimseyi yaklaştırmazlar yanlarına. Boşka ve Admira kurtlara, köpeklere yem olurlar. Olay büyür, televizyona, gazetelere yansır. On gün sonra Boşka ve Admira'dan geriye kalanlar, aileler tarafından alınıp gömülür. Kurşunlari hangi tarafın ateşlediği bulunamaz. İki taraf da birbirlerini suçlarlar ..
 

3va

Yeni Üye
Katılım
3 Ocak 2006
Mesajlar
12,779
Tepkime puanı
0
Yaş
41
emegine sağlık C@DI
teşekkürler...
 

Kalpsiz

Yeni Üye
Katılım
30 Kas 2005
Mesajlar
6,155
Tepkime puanı
0
Yaş
36
img19.jpg


'Romeo ile Juliet', büyük İngiliz oyun yazarı Shakespeare'in
              (1564-1616) gençlik yıllarında, sanatının ilk döneminde yazdığı
              eserlerden biridir. Oyunun içindeki bir söze dayanılarak, bunun
              1591 yılında yazılmış olabileceği düşünülmektedir. Konusu, İtalyan
              hikayecisi Bandello'nun (aşağı yukarı 1485-1553) bir hikayesinden
              alınmıştır Bandello gerçek bir olayı anlatmaktadır. </p>
            İtalya'da Verona'da Capulets ve Montagues aileleri yıllardır kan
              davasını sürdürmektedirler. Bu ailelerde karşılıklı o kadar çok
              ölüm olmuştu ki
              Sonunda yönetici Prens Escalus yine bir çatışma çıkarsa ağır cezalar
              uygulayacağını iki aileye kesinlikle bildirir.
            Montegu ailesinin genç oğlu Romeo, Roseline'neye çılgın gibi tutkundur
              fakat Roseline onu reddeder. Romeo'nun en yakın arkadaşı ve aynı
              zamanda yeğeni olan Benvolio onu teselli etmek için Capulet'lerin
              düzenledikleri maskeli baloya gitmeye zorlar. Orada Roseline'den
              çok daha güzel kızlar olduğunu, o kadar üzülmeye değmeyeceğini göstermek
              ister.
            Romeo ve Benvolio baloya giderler. Capulet ailesinin kızı Juliet'le
              Romeo birbirlerini görür görmez aşık olurlar. Ve o günden sonra
              da gizli gizli buluşmaya başlarlar. Juliet'in dadısı onların buluşmalarını
              sağlar. Romeo her gece gizlice Juliet'in odasına balkondan girmektedir.
              Evlenmeye karar verirler. Bir rahip onları gizlice evlendirecektir.
              Rahip iki aile arasındaki düşmanlığı bu evliliğin kaldıracağını
              kabul ederek onları evlendirmeyi kabul etmiştir.
            Lady Capulet'in yeğeni Tybalt bir öğleden sonra sokakta Romeo ve
              onun arkadaşı Mercutio 'ye rastlar. Tybalt Romeo'ya ağır hakaretlerde
              bulunur fakat Romeo Juliet'i düşünerek onu yanıtlamaz. Arkadaşı
              Mercutio Romeo'ya yapılan korkaklık ve ağır hakaretleri kabul edemez
              ve Tybalt ile çatışır. Romeo engel olamaz. Tybalt ve Mercutio düelloya
              tutuşurlar, Mercutio ölür ve Romeo bunun üstüne Tybalt'la düello
              eder ve o da onu öldürür. Olayı duyan Prens Romeo'nun yakalanmasını
              emreder.
            Bu arada Juliet'in ailesi kızlarını Paris ile evlendirmek isterler.
              Juliet bütün bu olanların acısını yaşarken evlilik teklifini defalarca
              reddeder. Romeo prensin askerlerinden kaçar. Prens onun hakkında
              sürgün cezası verir. Büyük bir mutsuzluğa düşen Romeo'yu rahip umutlandırır.
              Öğütler vererek onu gönderir. Yine bu olaylardan sonra ailesinin
              Paris'le evlendirmek istemesi üzerine mutsuzluğa düşen Juliet'e
              rahip öğütler verecek ve Romeo'ya kavuşabilmesi için bir yol gösterecektir.
              Rahip, Juliet'e bir iksir verir. Bu iksiri içtiğinde herkes onu
              öldü zannedecektir. Oysa o sadece bir gün süreyle uyuyacaktır. Plana
              göre, uyandıktan sonra Romeo'nun yanına gidecektir. Rahip sürgündeki
              Romeo'ya bir mektup yazar ve iksiri Juliet'e verir. Mektup Romeo'nun
              eline ulaşmaz. Fakat Juliet'in Paris'le evleneceği haberini alır
              ve yasağa rağmen geri döner. Döndüğünde öldüğünü zanneder Juliet'in.
              Biraz sonra Paris gelir. İkisi de Juliet'in öldüğünü sanırlar. Paris'in
              kışkırtmasıyla Romeo yine istemediği halde onu öldürür ve Juliet'in
              yanına yatarak kendini hançerle intihar eder. Zaten Romeo Juliet'in
              yanında ölmeye gelmiştir. O sırada Juliet yavaş yavaş uyanır ve
              Romeo'yu yanında görür. Romeo'nun, kendisinin öldüğünü zannederek
              intihar ettiğini anlar ve o da Romeo'nun hançerini göğsüne Romeo'nun
              intiharına eşlik eder. Ölümsüz aşklarına ölümle kavuşmayı yeğlemişlerdir.
           
            Bu iki ölüm düşman ailelere büyük bir şok yaşatır. Prens'in önerisiyle
              aileler arasındaki düşmanlık ortadan kaldırılmıştır. Capulet ve
              Montague'ler ağır acılarıyla baş başa kalmışlardır.
            &quot;Aşkların aşkı Romeo ve Juliet, Romeo'nun gözünün önünden
              bir an bile ayırmak istemediği bir kadına çılgınlar gibi tutulmasıyla
              başlıyor. Bu kadının adı Rosalind. Romeo, Juliet'le karşılaştığında
              ise Rosalind'in ömrü bir anda üzerine tıklandığı anda yok olan bir
              internet sayfasınınkine eşdeğer oluyor. Aşk böyledir demek istiyor
              Shakespeare. Gelir, geçer. Eğer çok ciddiye alınırsa da, öldürür.&quot;
           
            Benim düşmanım olan adındır yalnızca
              Sen sensin, Montague olmasan da
              Hem Montague nedir ki ?
              Ne eli bir erkeğin
              Ne ayağı, ne kolu
              Ne yüzü, ne de başka bir parçası
              N'olur başka bir ad bul kendine..
            Adın ne değeri var ki
              Şu gülün adı değişse bile
              Kokmaz mı aynı güzellikte?
            Romeo'nun adı olmasaydı,
              Kusursuzluğundan hiçbir şey kaybolmazdı
           
              ROMEO: Oradaki, şu tüm meyve ağaçlarının tepelerini yaldızlayan
              Kutsal ayın üzerine yemin ediyorum.

              JULlET: Ayın üzerine yemin etme.

              Her ay, yuvarlak dairesinde değişen vefasız ayın üzerine. Yoksa
              senin aşkın da onun gibi değişken olabilir.

              ROMEO: O halde neyin üzerine yemin edeyim?

              JULlET: Hiç yemin etme.

              Ya da istiyorsan, o zarif benliğinin üzerine yemin et. O, benim
              putperestliğimin tanrısı. Ve o zaman sana inanırım.

         
            <p>William Shakespeare

              seveceksen ölçülü sev ki sevgin uzun sürsün;

              cok hizli giden de cok yavas giden gibi gec varir hedefe</p>
         
              romeo-juliet </p>
            <p>yağmuru seviyorum diyorsun,

              yağmur yağınca şemsiyeni açıyorsun...

              güneşi seviyorum diyorsun,

              güneş açınca gölgeye kaçıyorsun...

              rüzgarı seviyorum diyorsun,

              rüzgar çıkınca pencereni kapatıyorsun...

              işte, bunun için korkuyorum;

              beni de sevdiğini söylüyorsun..
         
         
            <p>Vazgeçtim bu dünyadan, tek ölüm paklar beni,

              Değmez, bu yangın yeri avuç açmağa değmez,

              Değil mi ki çiğnenmiş inancın en seçkini,

              Değil mi ki yoksullar mutluluktan habersiz,

              Değil mi ki ayaklar altında insan onuru,

              O kızoğlan kız erdem dağlara kaldırılmış,

              Ezilmiş, hor görülmüş, el emeği, göz nuru,

              Ötekiler geçmiş başa, derken mertlik bozulmuş,

              Değil mi ki korkudan dili bağlı sanatın,

              Değil mi ki çılgınlık sahip çıkmış düzene,

              Doğruya doğru derken eğriye çıkmış adın,

              Değil mi kötüler kadı olmuş Yemene:

              Vazgeçtim bu dünyadan, dünyamdan geçtim ama,

              Seni yalnız komak var, o koyuyor adama.</p>
 
            <p>Ne tunç ne taş ne toprak ne de sonsuz denizler

              Acıklı fâniliğe karşı koyamazken,

              Nasıl bu kör öfkeyle güzellik cenge girer

              Çabasında en fazla bir çiçek gücü varken?

              Ah, nasıl göğüs gersin yazın tatlı rüzgârı

              Gaddar günler dört yandan üstüne yürüdükçe,

              Bozguna uğrattıkça yenilmez kayaları,

              Çelik kapılar bile zamanla çürüdükçe?

              Ne korkunç bir düşünce!

              Ah, nerde saklı dursun

              Çağların mücevherleri

              Çağların sandığından?

              Hangi zorlu el var ki bu koşuyu durdursun?

              Güzellik yağmasını kim esirgesin ondan?

              Yok hiçbiri. Meğer ki mucize sürsün de

              Sevdiğim ışıldasın kara yazı üstünde. </p>
         
              Kölen olmuşum senin, elden başka ne gelir,

              El pençe divanım ben arzuna, buyruğuna;

              Geçirdiğim saatler baştan başa bir hiçtir,

              Sen istemezsen eğer hizmetlerim boşuna.

              Haddim değildir küsmek sonu gelmez anlara.

              Senin için, sultanım, saatleri gözlerken.

              Ayrılık acısını düşünmem kara kara

              Sen bir kere kölene uğurlar olsun dersen.

              Kıskanç kuşkularımda haddim değildir sormak

              İçli dışlı olduğun kimdir, nedir işlerin;

              Nasibin bir put gibi hiç düşünmeden durmak

              Saçtığın mutluluğa yanarak derin derin.

              Öyle körkütük sadık bir köledir ki sevda,

              Seni kötü göremez bir kötülük yapsan da.

              Bakın ama, kızıl bir örtüye bürünmüş sabah, doğudaki

              yüksek tepenin çiğleri üstünde yürür.)

              ………………………
            <p>yeni bir ateş söndürür başkasının yaktığını

              yeni bir acıyla hafifler eski bir ağrı

              başın döndü mü öbür yana döndür başını

              başkasının güçsüzlüğüyle iyileşir umutsuz keder

              gözlerine yeni bir zehir bul ki

              yok etsin ötekinin zehrini...</p>
 
              Tıpkı Shakespeare?in Romeo ve Juliet?inde olduğu gibi. ?Romeo: Senin
              dudaklarınla, dudaklarım günahtan arındı. Juliet: Öyleyse şimdi
              günah dudaklarımda kaldı. Romeo: Öyleyse ver bana günahımı geri.?</p>
            <p> Savaşır gözlerimle gönlüm öldüresiye

              Senin güzelliğinin ganimeti yüzünden:

              Gözüm kovar gönlümü seni görmesin diye,

              Gönlüm ister gözüme pay vermemek yüzünden.

              Gönlüm bildirir senin orada yattığını

              Öyle bir hücredeki giremez billur gözler;

              Gözüm inkara kalkar gönlün anlattığını,

              Güzel yüzünün ona sığındığını söyler.

              Gönlü dinleyip karar vermek için toplanır

              Düşünceler kurulu:soruşturur hakçası

              Kurulun yargısıyla bir karara bağlanır

              Seven gözün payıyla duyan gönlün parçası:

             

              Senin dış güzelliğin olur gözümün payı,

              Gönlüm kazanır aşkın gönlündeki dünyayı.</p>
            <p>…………………..

  Vurgunum gözlerine, o gözler acır bana:

            Bilirler, yüreğin hor görüp işkence eder;

            Seven yaslılar gibi kara çekmiş sırtına,

            Kıvranışımı özlü bir şefkatle süzerler.

            Sabahleyin göklerde ışıyan güneş bile

            Yaraşamaz Doğunun soluk yanaklarına,

            Akşama yol gösteren gür yıldız, görkemiyle

            Böyle ışık saçmaz loş Batının yarısına:

            Yaşlı gözlerin daha çok yaraşır yüzüne.

            Bana da bir pay ayır yüreğindeki yastan:

            Seni yas daha güzel gösterir ele güne;

            İşte acıma duygun sana biçilmiş kaftan.

            &quot;Güzel ancak karadır,&quot; diye yemin ederim,

            Senin renginden yoksun olan çirkindir derim.
            <p>…………………………..

      Kölen olmuşum senin, elden başka ne gelir,

            Gece gündüz el pençe divanım buyruğuna;

            Geçirdiğim saatler baştan başa bir hiçtir

            Sen buyurmuş değilsen çabalarım boşuna.

            Senin için, sultanım, saatleri gözlerken

            Ben kimim ki küseyim sonu gelmez günlere,

            Kara kara düşünmem, acı çekmem özlerken

            Uğurlar olsun dersen kölene sen bir kere

            Ben kimim ki kıskanıp kuşkulanıp sorayım

            Kimle içli dışlısın, nedir yaptığın işler;

            Derdim günüm put gibi düşünmeden durayım,

            Mutlu kıldıklarını bilmek içime işler.

            Öyle körkütük sadık bir köledir ki sevda,
            Seni kötü göremez bin kötülük yapsan da.
         
              …………………….
          Tanrı beni ilkbaşta sana kul yaptı, sonra
            Keyfine el koymayı kurmamı yasak etti.
            Ya da özlem duymamı hesaplı zamanlara;
            Kölenim ya, boş vaktin olsun diye bekletti.
            Ah, bırak katlanayım, el pençe divan: değer,
            Senin özgürlüğünün tutuklu yokluğuna;
            Her mihnete sabreder, her azara baş eğer,
            İncittin diye hiç suç yüklemez bile sana.
            Sen nerde olursan ol, yetkin, güçlü, özgürsün;
            Hâkimsin dilediğin gibi kendi vaktine:
            Canın neyi isterse varsın o keyif sürsün,
            Kendine suç işlersen kendin bağışla yine.
            Beklemek cehennemdir, ama beklerim seni,
            İyi kötü demeden, suçlamadan keyfini.
            ……………………………..
            Sahiden uyuyor mu?
            Ahh! Kim vurmuş kumrumu?
            Ben geldim, civanım, yiğidim, kalk!
            Kalksana, konuşsana!
            Görmüyor musun? Yoksa...
            Örttü mü, gözlerini kara toprak?
            Bu zambak dudaklara,
            Şu zeren yanaklara,
            Acımadın mı hiç kahpe felek?
            Aşıklar, aşk timsali,
            Gözü pırasa yeşili
            Piremuz bırakıp gitti beni!
            Hadi gel, tezcanlı ecel,
            Gel bana, geline gel,
            Batır mum sarısı ellerini,
            Batır benim de kanıma!
            Madem kıydın canına,
            kopardın onun bamtellerini.
            Konuşma artık, ey dil,
            Sadık kılıç, naz etme, gel,
            Odlara yanmış bağrımı dağla!
            Bıçaklar kendini.
            Geldim yolun sonuna,
            Uğurlar olsun bana!
            A dostlar, o dostlar, kalsın siz de sağlıcakla!
   
 
 

Chica

Aktif Üye
Katılım
1 Ara 2005
Mesajlar
1,735
Tepkime puanı
0
Yaş
40
paylaşımlarınız için tşkler cadı we kalpsiz :))
 
C

C@NiK

flayt9ow.png

Yaşanmış Bir Sevda Masalı

“Dünyada iki gül olsun, biri kırmızı biri beyaz, sen beni unutursan kırmızı gül solsun, ben seni unutursam beyaz gül kefenim olsun”.

“Bir söylenceye göre düşman iki ailenin çocukları olan Ali ile Zehra biribirine ölesiye sevdalıymışlar. İki genç daha çocukken ailelerinin düşmanlığına rağmen, gönül verip sevmişler biribirilerini. Aşkları, gökle- yerin aşkı kadar büyük, çiçekle suyun-aşkı gibi temizmiş…

Günler gecelere, geceler günlere akıp giderken, herkes aşkına göre almış hisesini hayatın pınarından.. Yıllar su gibi akıp gitmiş, Ve yöre de herkesin dilinde Zehra kızın güzelliği söylenir, Zehra kızın güzelliği konuşulur olmuş. Taa.. topuğuna kadar inen saçları, simsiyah gözleri, inci dişleri, kıpkızıl dudakları, pembe yanakları ve  heykel gibi kusursuz bedeni ile perileri kıskandıracak kadar güzel ve alımlıymış…

Derken Ali ile Zehra büyüyüp evlenme çağına erişmişler ama evlenmelerine her iki tarafta bir türlü razı olmamış. İki düşman aile arasında kavgalar başlamış, günlerce silahlar patlamış…

Zehra ile Ali de çevrelerine aşklarını, biribirine bağlılıklarını kanıtlamak için evlerini terkedip iyi yürekli bir çobanın yardımıyla uzak bir vadideki mağaraya gizlenip yıllarca orada barınmışlar.

Zehranın kardeşleri her yeri aramış taramışlarsa da hiç bir yerde izine rastlamamışlar. Epey bir zaman yabani meyveler, bitkiler, kökler yiyerek ve geceleri çobanın köyden taşıdığı yiyeceklerle yaşamını sürdürmüşler…

Dolunaylı gecelerde iki derin vadi arasındaki mağaranın önünde oturup, alt tarafından çağıl çağıl akan sulara bakarak dağlara, taşlara türküler yakmışlar.br>
Zehra kızın saçları gece, gözleri yıldız, bakışları gökkuşağını andırırmış. Baktıkça rengarenk bir ahenk sararmış vadinin içini… Her sabah gün burada aşkla başlayıp, aşkla bitermiş… Kuşların inceden soluyuşu, ağacların nazlı nazlı sallanışı, yaprakların hışırtısı bir başka güzelleştirirmiş çevreyi… Renk renk, desen desen çicekler içinde, pınarların da akışıyla bu renk ve ahenk harmonisi, iki gönül coğrafyasının ve iki yurek ikliminin mutluluğuyla uzayıp gitmiş günler…

Genç adam sevdiği kıza her gün hayran hayran bakarak sazına sarılıp türküler dizermiş ırmaklara… Dağ, taş dillenirmiş sesinde… Sevdiğinin gözleri denizin incileri, dişleri mercan, saçları gecenin karanlığı, gülüşü bahar gülü kadar güzelmiş, güldükçe cangülleri saçılırmış dağa, taşa…

Sonra Zehra kızın kardeşleri iz sürüp yatmışlar pusuya. Herşeyden habersiz dağlara, kayalara saz çalıp sevdiğinin ceylan gözlerine türküler söyleyen Ali tek kurşunla kayadan aşağı yuvarlamışlar.

Ağıt yakıp saçlarını yolan Zehra kız Ali nin acısına dayanamayıp ümitsizliğe kapılarak oda kendini aynı uçurumdan aşağı bırakır.

İkisi yan yana gömülür. Sonraları kızın baş ucuna ak, erkeğin başucunda al bir gül fidanı çıkar ve her bahar yeşerip biri ak biri kırmızı gül açarak biribirine sarılarak tekrar kavuşurlar hiç ayrılmamak üzere....

Yelpınarın suyu gövdelerine değdikçe ağlamışlar, iri iri yaşlar süzülmüş yapraklarından… Beyaz duvağını takıp tomurcuğuna, ağıtlar yakmışlar kayalara dönüp sırtını munzur dağına. Ne zamanki acısı, ne zamanki hasreti işlemiş kayalara bu iki çiçeğin, paramparça olmuş kayalar, her parça kızıl bir ağgül olmuş kanamış. Yıllarca pınarlar kan akmış… Tarifsiz bir acı çökmüş her yana…

İşte o gün bu gündür her bahar biribirine kenetlenen bu iki çiçeğin olduğu yerde ağlama ve inilti sesleri duyulur geceleri… Halk arasında mağaranın önünde gömülü olduğuna inanılan bu iki sevgilinin aslında ölmediklerinin, onların değişik zamanlarda değişik şekillerde göründüğüne dair rivayet edilir.

Halk arasında hala iki sevgilinin, iki çiçeğe dönüşerek yaşadıklarına inanan yörenin gençleri. Bu söylentilerin de etkisiyle olacak ki, her bahar mağarayı ziyaret ederek dilek tutup kısmet ve murat duası ederler…

Rüzgarın sesi bu yörelerde her gece yaşanmış efsaneleri fısıldar. Bazen yaşlı bir ninenin anlattığı masalda dillenir, bazen de bir sazın tellerindeki ezgide...
 

3va

Yeni Üye
Katılım
3 Ocak 2006
Mesajlar
12,779
Tepkime puanı
0
Yaş
41
Canı için sevgili isteyenin hikâyesi...

Feridüddin Attar Aşknâme’de anlatıyor: Sultanın kızına bir gariban âşık olmuştu. Sultan bunu duyunca âşıkı huzura getirtip,

-Ya ülkemi terk eder gidersin, dedi, ya da kelleni vurdurtacağım, kararını hemen ver.

Zavallı adam, düşündü, taşındı ve gitmeye karar verdi. Sultan ise adamın cevabını duyunca cellatları çağırttı. Vezir dedi ki:

-Hünkarım, neden suçsuz birinin kellesini vurdurttunuz?

-Çünkü gerçek bir âşık değildi o, sahtekardı. Eğer gerçekten âşık olsaydı, başının kesilmesini seçerdi. Eğer başının kesilmesini seçseydi, tahtımdan kalkıp onu yerime oturtacaktım.

Hayatını sevgilisinden daha çok seven kişi aşk davasına kalkışmamalı. Bir an durup düşünelim; Sevgili’yi hayatımızdan daha çok sevebiliyor muyuz?!..


Sevgili için can isteyenin hikâyesi...

Vaktiyle bir padişahın çok güzel bir kızı vardı. Uzun saçlı bir delikanlı ona âşık oldu. Geceleri hasretiyle ah ediyor, gündüzleri sarayın kapısını gözlüyor, o nereye giderse atının ardından sürüklenip gidiyor, koşuyor, gözlerinden yağmur gibi yaşlar akıtıyordu. Bu yüzden sultanın çavuşlarından durmadan eziyet görüyor, dayak yiyor, ama bir kerecik olsun feryad etmiyor, ah demiyordu. Halk bu olup biteni gördükçe kah delikanlıyı ayıplıyorlar, kah sultanın insafsızlığına söyleniyorlardı. İçlerinden bir tanesi bile delikanlıyı kıza layık görmüş değildi. Nihayet kız, babasına,

-Bu bela niceye dek sürecek, dedi; beni bu halden kurtar, artık utanıyorum.

Sultan bunun üzerine o delikanlının tutulup derhal şehir meydanına getirilmesini, orada saçlarından bir atın ayağına bağlanıp bedeni paramparça olana dek sürükletilmesini ferman etti. Halk, yürekleri parçalanarak meydana toplandılar, göz yaşları toprağı kızıl güllere benzetmekteydi. Ve nihayet sultan da kızı uğrunda can feda edecek olanın halini görmek istiyordu. Herkes hazır olunca bir asker, delikanlının saçlarından tutup hazırlanan atın ayağına bağlamak üzere sürüklerken aniden kurtuldu ve padişahın huzuruna koşup eteğine yapıştı:

-Ey âleme adalet veren sultan, dedi; senden bir dileğim var, bir parçacık beni dinle!...

Sultan hışımla karşılık gösterdi:

-Canını bağışlamamı istiyorsan, nafile; şu anda seni öldürtmekten daha önemli bir arzum yok. Saçımdan sürükletme, bir anda öldürecek bir yol tut diyeceksen, ahdettim, senin kanını at nallarına çiğneteceğim. Bir zaman için bana aman ver diyeceksen, bu da mümkün değil, çünkü toplanan halka karşı küçük düşmüş olurum. Yok kızımla birkaç dakika olsun yalnız kalayım diyeceksen, onun bir tek tel saçını bile sana reva görmem, artık onun yüzünü göremeyeceksin.

-Hayır, ey her yaptığını güzel yapan sultan, dedi delikanlı, canımı bağışlamanızı istemiyorum sizden. Hiçbir an mühlet de dilenmiyorum hatta. Kızınızı bana göstermeyeceklerini de artık biliyorum. Atların ayağı altında sürüklenme konusuna gelince, buna da itirazım yok. Benim sizden isteğim tamamen başka.

-Söyle o vakit nedir dileğin?

-Elbette bugün beni öldürecek, at nalları altında hor ve hakir bir halde kanımı toprağa karıştıracaksın. Dileğim o ki beni onun atının ayağına bağlayıp sürüklet. Çünkü ben o ay yüzlünün yolunda ölünce ancak diri olabilirim.

Sultan, onu bağışladı ve kızıyla evlendirip ölü gönlüne can verdi.









 
Üst